Egeden 18. Sayı - page 20-21

18
19
GÜZ 2013
Türkiye Cumhuriyeti, bir iddianın
adıdır. Bu iddia çağdaşlaşma projesi
olarak bir imparatorluktan ulus
devlet çıkarmayı, tebaadan özgür
yurttaş yaratmayı amaçlamaktadır.
Bu niteliği ile geçmişten bir
kopuştur. Ama bu projenin amaçları
zengin bir kültürel birikimi olan bir
toplumun katılım ve seçimleriyle
gerçekleşeceği için aynı zamanda,
bir sürekliliği de içermektedir.
Bu 90 yıl içinde ortaya çıkan
olumlu ya da olumsuz sonuçlar
hepimizin çabalarının ve dünyadaki
gelişmelerin karşılıklı etkileşmesi ile
ortaya çıkan sonuçlardır. Aslında bu
başarı yahut başarısızlıkta hepimiz
ortağız. Yani bu başarının bir kısmını
alıp diğer kısmını başkalarına havale
ederek bir muhasebe yapmak 90
yıl sonrasında çok anlamlı değil.
Ama ne yazık ki siyasetimizin içinde
ötekileştirme gibi önemli bir kültürel
öğe var. Siyaset ötekileştirme
üstünden yapılıyor. Toplumda buna
karşı olanlar ve yandaş olanlar
mevcut. Tarihi bu kutuplaşma
içinde anlamaya başladığımızda da,
şöyle ciddi bir soru ile karşı karşıya
kalıyoruz: “Biz uluslaştık mı?” Eğer
biz 90 yılda uluslaştıksa böyle bir
ötekileştirme üstünden siyaset
yapmakta olmamamız gerekir.
Ötekileştirme üstünden siyaseti
sürdürüyor olmamız, bir anlamda
uluslaşmanın tam gerçekleşmediğini
ortaya koyuyor.
Denilebilir ki, modernleşme
kavramı içinde yaklaştığımız zaman
cumhuriyet çok yönlü bir olay.
Sanayisi, eğitimi, kültürü gibi pek çok
alanı kapsıyor. Bu alanların tümünde
bir muhasebe yapmak zor ve dağıtıcı
bir şey.
Bugün biliyoruz ki 90 yıl sonunda
bizim demokrasi konusunda bir
sorunumuz var. Ben, kişisel olarak,
gözlemlediğim her toplumsal
olayın altında bir demokrasi
krizi görüyorum. Bu nedenle de
muhasebemi, modernleşmenin
kendisi ile çok yakından ilgili olan
bu demokrasi problemi üstünden
yapmaya çalışacağım.
Genel olarak baktığımızda dörtlü
bir dönemlemenin böyle bir analiz
için yeterli bir çerçeve vereceğini
düşünüyorum. Birinci dönemi
çeşitli tarihlerden başlatabiliriz,
mesela Tanzimatla başlatabiliriz.
Cumhuriyete kadar geçen bu
dönemde ciddi modernleşme,
çağdaşlaşma çalışmaları var. Ben
bu döneme “utangaç modernite
dönemi”diyorum, ikinci dönem,
1925 ile 1946 arası. Cumhuriyetin
bu ilk dönemine ben “köktenci
modernite”diyorum. 1946-80
arasına üçüncü dönemi, “popülist
modernite”, 80 sonrasını da
dünyadaki gelişimle de paralel olarak
“modernitenin aşınması”olarak
adlandırıyorum. Dikkat ederseniz 80
sonrası dönem için moderniteden
postmoderniteye geçiş tanımını
kullanmadım. Öyle bir geçiş ancak
modernitenin kavramları içinde
kurgulanabilir. Halbuki bu dönemde
olan, modernitenin içinden modern
sonrasının doğmasıdır ve bu aşama
aşama gerçekleşmiştir.
Lozan Antlaşması’ndan, 14
Ekim’de Ankara’nın başkent
ilan edilmesine ve 29 Ekim’de
Cumhuriyetin ilan edilmesine
kadar geçen sürecin öyküsünü
biraz okursanız, tüm olanların
çok küçük bir grubun emrivakisi
gibi göründüğünü fark edersiniz.
Örneğin Ankara başkent olacak,
Başbakanın haberi yok. Acaba bu
olaya bakarak 6-7 kişilik grubun
uyguladığı bir şey diye düşünebilir
miyiz? Hayır, bu görünüş bizi
yanıltmamalı. Bu aniden karar
verilerek gerçekleştirilmiş bir şey
değil. Bunun arkasında uzun bir
hazırlık var. O uzun hazırlık sürecini
tanımazsak bunu emrivaki gibi
görebilir, yanlış bir değerlendirme
yapmış olabiliriz.
Biliyorsunuz, Cumhuriyeti
kuran bir kuşak var. Bunların çoğu
1880’lerde doğmuşlar. 1880’ler
kuşağının askeri eğitim görmüş
kısmı, yeni kuruluşta önemli
bir rol oynamıştır. İlginç olan
nokta, modernleşme projesinin,
özellikle Cumhuriyetin ilanı ile
uygulanan köktenci modernite
projesinin, dıştan eğitilmiş bir
proje olmamasıdır. Cumhuriyet
kuşağı, yurt dışında değil, Türkiye’de
okumuş ve Osmanlı’nın utangaç
aydınlanması içinde bu köktenci
Prof. Dr. İlhan TEKELİ
MAKALE
Cumhuriyet
ve modernleşme serüveni
modernite projesini geliştirmiştir. Bu
içte olan bir projedir. Zaten Mustafa
Kemal, Nutuk’un sonunda da bunu
şu sözlerle dile getirmiştir: “Kurtuluş
Savaşı’nın başında bu milli sırdı ve
yavaş yavaş açıklandı”.
Cumhuriyet projesi, II.
Meşrutiyet’ten itibaren Kurtuluş
Savaşı önderlerinin hepsinin değil
ama bir kısmının benimsediği bir
proje olarak varlığını sürdürmüştür.
Tabii Vahdettin’in ülkeyi terk etmesi
ve Saltanatın ortadan kalkması böyle
bir projenin oluşmasını kolaylaştıran
etkenler olmuştur. Cumhuriyetin
ilanından önceki son bir yılda
kamuoyunda “Cumhuriyet” kelimesi
oldukça sık kullanılmış, Saltanatın
ve Hilafetin devamını isteyenlere
rağmen Cumhuriyet hakkında
daha çok konuşulmuş ve hazırlıklar
yapılmıştır.
Şöyle bir fikir denemesi yapsak:
Mustafa Kemal, Cumhuriyeti ilan
etmeyip ne yapabilirdi? Gayet açık
padişah olabilirdi. Düşünebiliyor
musunuz, Mustafa Kemal’in tarihini
Padişah Mustafa Kemal olarak
yazabilir miydik? Yahut Mustafa
Kemal’in tarihsel rolü o alternatifte
nerede kalırdı? Aslında Mustafa
Kemal cumhuriyeti kurma atılımıyla
çok önemli ve kendisinden beklenen
bir şeyi gerçekleştirmiştir.
Cumhuriyeti ilan eden ya da
gerçekleştiren kadro Osmanlı
Aydınlanması içinde yetişmiş, Fransız
İhtilalini de okulda okumuştur.
Benim anladığım kadarıyla
Cumhuriyet içeriden yetişen ve
gelişen bir proje. 1880’ler sonrası
Abdülhamit döneminde daha önce
yalnızca İstanbul’da olan eğitim
modernleşmesi, bütün Anadolu’da
yaygınlaşmıştır. Burada ilginç
olan nokta şu: Acaba Abdülhamit,
bu eğitimin sonunda kendisini
devireceğinin farkında mıdır? Zira
onun programının sonunda yetişen
kadrolar onu devirmiştir.
Son zamanlarda yazılmış doktora
tezlerinde önemli bir ayrıntı gördüm.
Abdülhamit özellikle bürokraside
yer alacakların, diyelim ki Mülkiye’yi,
mühendis mektebini, tıbbiyeyi
okuyanların hemmodern eğitim
almasını hem de kendisine sadakat
içinde kalmasını sağlayacak bir
mekanizma kurmak istemiştir. Bir
çoğu burslu okuyan öğrencilerden
her gün bir tanesinin okulda iki öğün
pişen yemeklerin hepsini bir tepsi ile
saraya götürmesi istenmiştir. Sarayda
o yemekler tadılırken, getiren
öğrenciye de Sarayda hazırlanan
yemeklerden ikram edilmiş ve
ayrıca bir altın verilmiştir. O zaman
mülkiyede 50-55 kişi okuyor. Saraya
giden öğrenci her gün değiştiğine
göre demek ki her öğrenci yılda
ortalama beş kez Saraya gitmiştir.
Abdülhamit bu gibi yöntemlerle bir
çeşit kişisel sadakat bağı kurmak
istemiştir. Eğitimin içinde böyle
usuller, adaplar oluşturulmuş, ancak
bunlar Abdülhamit’in bu kuşak
Ege Üniversitesi tarafından düzenlenen Cumhuriyet
ve Atatürk Günleri kapsamında gerçekleştirilen
“90’ıncı Yılında Cumhuriyet” Sempozyumunun
açılış panelini Prof. Dr. İlhan Tekeli verdi. Bu metin
paneldeki konuşmasından alınmıştır.
1...,2-3,4-5,6-7,8-9,10-11,12-13,14-15,16-17,18-19 22-23,24-25,26-27,28-29,30-31,32-33,34-35,36-37,38-39,40-41,...80
Powered by FlippingBook