Egeden 18. Sayı - page 66-67

65
GÜZ 2013
Roman yazma fikri nasıl oluştu?
Bir deyim var ya, kulağı tersten
tutmak, benimki de öyle oldu. Alışıla-
gelen romandan uyarlanan filmlerdir,
benimki tersi oldu. 2004 yılında yüksek
lisans yaparken çektiğim bir kısa filmi,
pek çok unsur ekleyerek roman haline
getirdim. Aslında kitap proje olarak
kafamda hep vardı, çünkü o kısa film,
içinde kendinden daha uzun bir anlatı-
yı barındırıyordu. Ben de o muhtevayı
işleyip derinleştirerek romanı yazdım.
Ama filmden 8 sene sonra, 2012’de
birdenbire, durup dururken yazmaya
başladım. Sonrasında da şans eseri,
yeni bir yayımevi ile bağlantıya geçtim
çabucak çıktı kitap piyasaya.
Kitabınmitolojiye dayanan
bir yanı var. Vampirlerin hikayesi
Osmanlı döneminde başlayıp günü-
müzle pararlellik içerisinde sürüyor.
Vampirler özellikle sinemada ve
tabii edebiyatta da zaman içerisinde
değişen evrilen unsurlar olarak göze
çarpıyor. Sizin vampirlerinizi özellikle
sinemadan takip ettiğimiz çağdaş
vampirlerle kıyasladığınızda nasıl
konumlandırıyorsunuz?
Vampirler edebiyattan, sinemadan
da önce var olan figürlerdir. Yazıdan
önce de mağara resimlerinde yer
almıştır. Hatta dünyanın bütün böl-
gelerinde folklorik söylencelerde de
yer tutmaktadır. Bu eski dönemlere ait
folklorik söylecelerde karşımıza çıkan
vampirler, bugün anladığımız anlamda
aristokrat ve soylu değiller. Görüldüğü
anda insandan ayrılacak ve tabii ki
çok korkulacak bir canavar biçiminde
tasvir edilmiş.
Vampirler zaman içinde giderek
insana yaklaşmış. Bu dönüşümün ne-
deni edebiyat ve sinemadır. Vampirler
Transilvanya ile özdeşleştirilir ama o
Drakula romanının başarısından ve
vampirlerin sinema uyarlamalarının
ağırlıklı olarak orada geçmesinden
kaynaklanıyor.
Vampir dünyasına
akademik ve edebi bir bakış
Halen Ege Üniversitesi
İletişimFakültesinde
sinema alanında
doktorasını sürdüren
Ulaş Işıklar, sinemada
vampirlerin dönüşümü
üzerine incelemeler
yaptığı yüksek lisans
tezinin ardından “Gece
Gelen” adlı vampir
temalı romanını
yayınladı. Romanın
önemli en önemli özelliği
kendisinemekan olarak
İzmir’i seçmiş olması...
SÖYLEŞİ
e
Gamze KARADEMİR EROL
Kendisine Dünya’yı dekor
edinmemesine rağmen ya da
belki tam da bu sayede, filmin
oldukça olgun ve gülgün bir bakış
açısına sahip olduğunu rahatlıkla
söyleyebiliriz. Stone, bir şekilde
Dünya’ya olan yolunu açabilmek
için, her şeyi denemeye göze
almışken, öncelikle, bir Amerika
Birleşik Devletleri vatandaşı
olarak, yani modern dünyanın
örnek bir temsilcisi olarak, bir
Rus uzay giysisi giymek zorunda
kalıyor; belki de kendisine göre,
günümüze ayak uyduramamış,
ekonomik ve sosyolojik açıdan
hayli geri kalmış bir milletin giysisi.
Dahası, o giysi içinde dönüşe
geçmek için kullandığı araç, çok
uzak bir doğuya, 3. dünyalaşmış
bir coğrafyaya ait Çin aracı. Üstelik
tanrıtanımaz birisi olarak, Rus
aracında İsa’nın, Çin aracında ise
Buda’nın tasvir ve resimleriyle
karşılaşıp tebessüm bile ediyor. Bu
noktada ise karşımıza acımasızca
şu güzel düşünce çıkıyor: Eğer
gerçekten Dünya gezegenini
düşünüyor ve onda sükunet içinde
yaşamak istiyorsak, bunun tek bir
yolu var, milletler ve dinlerüstü
düşünerek, hümanizme sonsuza
dek inanmak. Çünkü tıpkı en
başta dediğimiz gibi, yerçekimi
bile sadece insanlar -ya da hadi
abartmayalım, canlılar- için var.
İnsanların insanları yok saydığı,
hor gördüğü, ötekileştirdiği bir
dünyada, insana yer yok, zira
“insan” kavramının ne olduğuna
dair tam bir algı yok.
Dünyaya dönüş yolculuğu,
bireysel açıdan ele alındığında da,
Stone’un bir sperme benzemesi
kimseyi şaşırtmamalı, hatta bu
durum bazı sahnelerde fazlasıyla
göze bile sokuluyor Cuarón
tarafından. Stone’un Rus aracına
ilk girdiği anda aldığı cenin
pozisyonu, yangın söndürücüyle
rastgele yolunu bularak
penisten çıkışı (ki bu yangın
söndürücü sahnesiyleWALL-E’yi
anımsamamak ne mümkündür),
sonunda da Çin aracı ile rahim
içinde ilerleyerek, yani atmosfere
girerek yumurtalıklara, yani denize
inişi, bireysel bir yeniden doğuşu
destekleyen bariz imgeler olarak
karşımızda beliriyor. Stone’un
toprağa bastıktan sonraki aylak
adımları ise doğumun tamamen
tamamlandığı, ufak bebeğin
ıslak bir biçimde ortaya çıktığı
o çok değerli anı fazlasıyla
hatırlatıyor. Hem bireysel bir
yeniden doğuşu, hem de belki de,
ümitlenmiş ve geleceğe dair ciddi
değişimler geçirmeye hazır “yeni
insanoğlu”nun, ortaya çıkışına
ilişkin bir algıyı sunuyor.
Üç boyut teknolojisini
sinematografiye yedirmek...
Teknik açıdan zaten son
derece kusursuz olan Gravity,
son dönemin popüler satış
malzemelerinden birisi olan ‘üç
boyutlu’ olma özelliğini de taşıyor,
ancak piyasadaki birçok filmin
aksine bunu gayet iyi bir biçimde
kullanıyor, hareketli sahnelerde
heyecanı körükleyerek, halihazırda
gerilmiş olan izleyiciyi daha da
germeyi başarıyor. Müzik kullanımı
sınırlı olsa da gayet yerinde,
özellikle finale doğru epik biçimde
artarak izleyiciyi büyük sona doğru
hazırlamayı başarıyor.
Alfonso Cuarón, Gravity ile
gerek kendi sineması, gerekse
bilim kurgu türü içinde apayrı bir
yer edinebilecek bir işe imza atmış
durumda. O kadar ki, bundan
sonraki bilim kurgular için bir deniz
feneri görevi bile görebilir, zira daha
önce de belirttiğimiz gibi, herhangi
bir fanteziye pabuç bırakmayarak,
üstelik de altı ve mesajı dolu bir
biçimde izleyici karşısına tam
tekmil çıkmak sanılandan daha zor.
Ayrıca Newton o anda tam olarak
ne düşündü bilemeyiz ancak bu
filmi izleme şansı olsa ağzı kocaman
açık kalırdı. (Zira sinemanın ne
olduğunu bilmiyor olurdu.)
Stone’nun (Sandra Bullock) Dünya’ya dönme yolculuğu, onun karakterinin de baştan ayağa değişip
dönüşmesine sebep oluyor. Stone yeniden hayata bağlanırken,“yeni insan”mertebesine ulaşıyor.
64
1...,46-47,48-49,50-51,52-53,54-55,56-57,58-59,60-61,62-63,64-65 68-69,70-71,72-73,74-75,76-77,78-79,80
Powered by FlippingBook