Egeden 3. Sayı - page 30-31

Daha 19. yüzyılın başlarında 1822’de daha
sonra Reisül Küttab olacak olan Akif Efendi,
Osmanlı İmparatorluğu’nu tehdit eden tehlikeleri
ve önünde bulunan üç seçeneği, yazmış olduğu
bir tezkiresinde ortaya koymuştur: Buna göre
Müslümanlar ya Allah’ın emrine ve Muhammed’in
kanununa bağlı olarak ellerinde bulunan
eyaletleri, mülk ve can kaybına önem vermeksizin,
sonuna kadar savunacaklardır ya onları terk etmeyi
ve küçülmeyi göze alıp Anadolu’ya çekilecekler-
dir veya Kırım, Hindistan ve Kazan halklarının
örneğini izleyip kölelik mevkiine ineceklerdir. Akif
Efendi’nin bu seçenekler arasında teklif ettiği şey,
hiç şüphesiz birinci seçenek, yani neye mal olursa
olsun Hrıstiyan devletlerle vuruşmaktır. Üçüncü
seçeneğin kabul edilemez olduğunu söylememize
gerek yoktur. Ancak onun bu sınıflamasından man-
tıki olarak eğer birinci seçenek muvaffak olmazsa,
diğer alternatifin Anadolu’ya çekilme olduğu da
ortaya çıkmaktadır. Nitekim de öyle olacaktır:
Bernard Lewis’in söylediği gibi Osmanlılar bundan
sonraki yüzyılda bu seçeneklerden birincisine
başarısızca çalıştılar, üçüncüsünden, yani sömürge
olmaktan başarıyla korundular ve sonunda, fikir-
lerden çok olayların baskısı altında ikincisini, yani
Anadolu’ya çekilip orada ulusal bir devlet kurmayı
gerçekleştirdiler.
Aslına bakılırsa Cumhuriyet öncesi dönemde
Akif Efendi’nin analizine benzer bir analizi yapan,
ancak Akif Efendi’den farklı hatta ona zıt olarak bu
son seçeneği, yani Anadolu’da ulusal bir devlet
kurma seçeneğini doğru seçenek olarak teklif
eden biri vardır. Bu, bilindiği gibi Yusuf Akçura’dır.
Akçura ünlü Üç Tarz-ı Siyaset adlı makalesinde
Osmanlı imparatorluğunun önünde bulunan üç
mümkün hareket tarzını Osmanlıcılık, İslamcılık
ve Türkçülük olarak belirtir. Ona göre Osmanlılık,
artık herkesin yavaş yavaş görmeye başladığı gibi
bir siyasal bağlılıktır, fakat ortada bir Osmanlı ulusu
veya milleti yoktur. Onu yaratmaya çalışmak da
boşuna bir çabadır. İslamcılık gerçekleştirilmesi
hemen hemen imkansız olan bir idealdir. Böylece
geriye gerçekleştirilmesi gereken tek bir seçenek
Atatürk ve Cumhuriyet
kalmaktadır: Türk ırkına dayanan ulusal bir Türk
politikası.
Akçura bu makaleyi yazdığında ortada henüz
ne Arnavut isyanı ne de Arap isyanı vardır. Bundan
dolayı Akçura İslam halklarının birliği hedefini gü-
den bir Panislamcılık politikasının fazla iç engelle
karşılaşmayacağını, ama Hıristiyan devletlerce ona
şiddetle karşı konacağını düşünür. Ama bu politi-
kanın sadece Hristiyan devletlerin engellemeleri
yüzünden değil, basit olarak çağın ruhuna aykırı
olduğu için herhangi bir işe yaramayacağı kısa bir
zaman sonra görülecektir .
Osmanlı imparatorluğunun son dönemi
ile ilgili çizmeye çalıştığım bu tablodan Türkiye
Cumhuriyeti’ne geçmeden önce son olarak ünlü
sosyolog Ernest Gellner’in bir görüşünden söz
etmek istiyorum. Gellner modern çağda ortaya
çıkan ulus devletlerin uluslaşma süreçlerini ve
bunların farklı türlerini ele aldığı bir makalesinde
ilginç bir metafordan yararlanır. Bu gelin-damat
metaforudur. Gellner’in damattan kastettiği
devlet, gelinden kastettiği ise devletin kendisine
dayandığı, onun maddesini teşkil eden halktır.
Ona göre modern çağda ulus devletlerin ortaya
çıkış sürecinin üç farklı tipinden söz etmek müm-
kündür. I) Damat ile gelinin, yani devletle ulusal
toplum ve kültürün birlikte var oldukları veya
ortaya çıktıkları birinci tip; II) gelinin, yani ulusu
meydana getiren halkın, onu ulusal bir topluluk, bir
ulus yapan ulusal dilin, ulusal edebiyatın, ulusal
kültürün yavaş yavaş ortaya çıktığı, fakat damadın,
yani siyasal birliğin ve onun ifadesi olan devletin
henüz var olmadığı, ancak uzun bir süre sonunda
ortaya çıktığı ikinci tip ve nihayet III) bu ikincinin
tersine damadın yani siyasal birlik ve egemenliğe
sahip devletin var olduğu, gelinin ise henüz ortada
olmadığı, üçüncü tip.
Gellner birinci tipe örnek olarak İngiltere ve
Fransa’yı verir. Bunlar Yeni Çağ’ın başlarından bu
yana bir ulus toplum olarak gelişen ve bu geliş-
meye uygun olarak da erken bir tarihten itibaren
ulus-devlet olarak ortaya çıkan ülkelerdir. İkinci,
yani ulusal bir kültüre dayalı ulusal bir toplum
veya halkın erken bir tarihte ortaya çıktığı, ama bu
toplumun devletini uzun bir süre bulamadığı türün
örneği ise İtalya ve Almanya’dır. Çünkü İtalyanların
Fransa ve İngiltere’den çok daha önceden ulusal bir
dile, edebiyata, sanata, kısaca ulusal bir topluluğu
meydana getiren hemen hemen bütün öğelere
sahip olmalarına karşın 19. yüzyılın ikinci yarısına,
yani Garibaldi sayesinde siyasal birliklerini elde
edinceye kadar İtalya’nın bir ulus devlet olmadığını
biliyoruz. Aynı durum Almanya için de söz konu-
sudur. Alman dili, edebiyatı, felsefesi aracılığıyla
Alman ulusunun en azından 18. yüzyılın ikinci
yarısından bu yana son derecede açık bir şekilde
ortaya çıkmasına karşılık Almanya’nın siyasal
birliğini kurmak ancak bu yüzyılın ikinci yarısında
Prusya şansölyesi Bismark’ın çabalarıyla mümkün
olacaktır.
Gellner üçüncü tip uluslaşma sürecinin en iyi
örneği olarak modern Türkiye’yi vermektedir. Çünkü
Gellner’e göre Türkiye Cumhuriyeti ilan edilinceye
kadar Osmanlı Türklerinin siyasal birlikleri ve
devletleri vardır, ancak bu devlet bir hanedan
devleti, bir imparatorluk devleti olduğu, ulusal
bir devlet olmadığı gibi onun arkasında da bir
ulusal toplum yoktur. Bunun sonucu olarak modern
Türk Devleti’nin, cumhuriyetin önünde bulunan
en önemli görev, bu tür bir toplumu, yani ulusu
yaratmak olacaktır.
Ben de Gellner’le aynı görüşteyim. Bence de
Türkiye Cumhuriyeti, özü itibariyle o zamana kadar
bir hanedan devleti olan Osmanlı Devleti’ni orta-
dan kaldırarak yerine bir halk devleti, ulus devleti
geçirmek ve bu yeni devletin yaşayabilmesi, varlığı-
nı devam ettirebilmesi için onunla uyumlu bir Türk
ulusu yaratma projesidir. Bunun da nedeni başta
hiç şüphesiz Atatürk olmak üzere Türkiye cumhuri-
yetinin Kurucu Babalarının modern dünyayı ulusal
topluluklardan ve ulusal devletlerden meydana
gelen bir dünya olarak görmüş olmalarıdır. Böylece
Atatürk ve bu konuda onunla aynı görüşte olanlar,
çağdaş veya batı uygarlığı diye adlandırılan uygar-
lığı ulusların, ulusal kültürlerin meydana getirdiği
bir uygarlık olarak tanımladıkları gibi Türk halkının
ve devletinin de varlıklarını koruma ve devam et-
tirmelerinin zorunlu şartının bir ulus-devlet olarak
örgütlenme ve yaşama biçimini benimsemesinden
geçeceğini düşünmüşlerdir. Cumhuriyet’in bütün
düzenlemelerinin, bütün devrimlerinin geri planın-
da yatan ana motif, böylece uygar batı toplumları
tarzında bir ulus-devlet meydana getirmek, bu
sürece bir engel teşkil ettiği düşünülen veya görü-
len ulus / modernlik öncesi (premodern) yapıları,
kurumları ortadan kaldırmak, bu amacın yerine
getirilmesine imkan verecek yasal- kurumsal
değişiklikleri gerçekleştirmek, bütün bunları geniş
kapsamlı bir eğitim programıyla destekleyerek
kökleşmelerini sağlamak, kısaca duyuş, düşünüş ve
değerleriyle yeni bir insan tipi yaratmak olacaktır.
Cumhuriyet’in ilanının kendisi, yani devletin veya
rejimin yapısının kendisinde gerçekleştirilen bu
ilk ve en önemli değişiklik, gerçekte bu hedefe
varmak için düşünülen ve uygulamaya konulan
en önemli devrim, en önemli kurumsal-yapısal
düzenlemeyi temsil etmektedir.
Cumhuriyet’i kuranların bu ana hedef ve
amaçları dışında başka bazı ikincil amaçları,
olup olmadığını tartışmayacağım. Cumhuriyet’in
modern bir ulus yaratma yönündeki bu projesini
tam olarak gerçekleştirip gerçekleştirmedi-
ği konusuna da girmeyeceğim (ancak hemen
söyleyeyim: Düşüncem bu projenin büyük ölçüde
başarılmış olduğu yönündedir). Daha basit bir
soruyu, bu projenin yukarda işaret ettiğim üzere
neden cumhuriyet aracılığıyla veya cumhuriyet
üzerinden gerçekleştirilmeye çalışıldığını kendime
soracağım. Bu sorunun cevabını vermeye çalışırken
de cumhuriyete, özellikle çok partili demokratik
hayata geçtikten sonra çeşitli çevrelerden ve
farklı gerekçelerle yöneltilen bazı eleştirileri, bu
eleştirilere cevap olarak yapılan bazı savunmaları
kısaca ele alacağım
Önce ana sorumu daha açık olarak ortaya
koyayım: Bağımsızlık savaşını başarıya eriştirenler
bu savaş boyunca savundukları bütün amaçlarına
büyük ölçüde erişip Misak- Milli’nin sınırları içinde
yeni ve bağımsız bir ülkenin varlığını gerçekleş-
tirdiklerinde neden Vahideddin’in yerine aynı
aileden birini geçirmekle yetinmemişlerdir? Neden
bir süredir anayasal bir monarşi olarak devam
eden Osmanlı Devleti’nin yapısını ufak tefek
değişikliklerle devam ettirmek yoluna gitmemiş-
lerdir de son derece radikal bir kararla Gellner’in
deyimiyle sadece damadın kendisini değil, onun
tipini de değiştirmişlerdir? Aslında bağımsızlık
savaşının önderleri, hatta Atatürk’ün en yakınları
arasında bu ilk türden bir değişikliğin doğru ve
yeterli olacağını düşünenler olduğunu biliyoruz.
Dönemin aydınlarının büyük bir kısmının, İstanbul
basınının önde gelen isimlerinin de bu ilk görüşe
son derece yakın durmuş olduklarını da biliyoruz.
Nihayet bağımsızlık savaşı boyunca bize maddi ve
manevi destekte bulunan diğer Müslüman ülke
halklarının, onların sözcüsü durumunda bulunan
aydınlarının arasında da benzeri bir görüşün yaygın
bir durumda olduğunu biliyoruz. O halde bu radikal
değişikliği, Atatürk’ün kendisinin başlattığı bu yeni
düzende kendisine bir yer bulamayacağı yönündeki
kaygılarıyla, yani kişisel ihtirası ve kaprisiyle mi
açıklamalıyız? Bunun son derece basit bir açıklama
olacağı açıktır.
Bu sorunun yanıtı daha temelde yatan bir
şeyde, anayasal bir demokrasiyle cumhuriyet
rejimi arasındaki farklılıkta; anayasal bir demok-
rasinin ulus temelli bir toplumu ve bu toplumu
gerçekleştirmenin itici gücü, aracı, manivelası ola-
cak ulusal bir devleti meydana getirme yönündeki
güçsüzlük veya imkansızlığında bulunmaktadır.
Modern Türkiye’nin kurucuları bunun tersine
kafalarındaki bu toplumu yukardan aşağıya bütün
yapısıyla, kurumlarıyla, değerleriyle inşa etmenin
veya yaratmanın ancak Cumhuriyet denen yeni bir
rejim aracılığıyla gerçekleştirilmesinin mümkün
olduğunu düşünmüşlerdir. Böylece bu olayın daha
gerisinde yatan asıl problem günümüzde de bu
konudaki tartışmaların arka planında varlığını
gösteren cumhuriyet ile demokrasi arasındaki derin
yapısal farklılıklarda yatmaktadır.
Aslına bakılırsa cumhuriyet ile demokrasi
arasında teknik olarak fazla bir ilişki yoktur. Çünkü
cumhuriyet teknik olarak monarşik olmayan bir
yönetim biçiminden fazla bir şey değildir. Siyasal
terminolojide esas olarak iki yönetim biçimi
mevcuttur: Monarşi ve Cumhuriyet. Egemenliği
elinde tutan kişinin, yani devlet başkanının belirli
bir süre için halk tarafından doğrudan veya dolaylı
olarak seçildiği yönetim biçimi cumhuriyet, onun
doğrudan veya dolaylı olarak halk tarafından
seçilmediği, bir hanedanlığa ait olup soyla
tevarüs edildiği yönetim biçimi ise monarşidir.
Buna karşılık demokrasi yönetim biçimiyle değil,
yönetimin içeriği, işleme tarzıyla ile ilgili bir şeydir.
Dolayısıyla bu içeriğe sahip olan bir yönetim biçimi
monarşik olmakla birlikte demokratik olabilir
(örneğin İngiltere ve monarşiyle idare edilen
Hollanda, Danimarka, İsveç, Norveç). Buna karşılık
bir cumhuriyet, egemenliği elinde tutan kişi veya
grup, bir seçimle gelse bile demokratik olmayabilir
(örneğin eski Sovyet Cumhuriyeti veya günümüzün
İran İslam Cumhuriyeti).
Bu sözlerimle şüphesiz bir cumhuriyetin mut-
laka demokratik olmayacağını veya olamayacağını
ileri sürüyor değilim. Tersine tarihsel uygulamala-
rının da gösterdiği gibi bir cumhuriyet demokratik
olabileceği gibi bir demokrasi de temelinde
yatan ilkelere göre otoriter, hatta totaliter olabilir.
Örneğin Rousseau’nun teorisini yaptığı anti- liberal
demokrasi kuramı böyledir. Vurgulamak istediğim
cumhuriyetle demokrasi arasında hareket noktala-
rından, ilkelerinden ve amaçlarından kaynaklanan
bazı farkların bulunduğu ve bu farklılıkların yeni
bir toplum yaratma yönündeki bir projeyle, kısaca
toplum mühendisliği diye adlandırılan şeyle ilgili
olarak büyük bir önem taşıdığıdır. Daha basit ola-
rak söylemem gerekirse bir demokrasinin herhangi
bir türden (islami, komünist) toplum mühendisli-
ğine uygun olmamasına karşılık cumhuriyet bunun
için biçilmiş kaftandır
Bu farklılıkların ne olduğunu göstermek için
en uygunu olmasa da anlaşılması en kolay olan
bir örnekten yararlanmak istiyorum: Bu, Yunan
dünyasında Platon ile Perikles, Platon’un Devlet
adlı kitabında ortaya koyduğu cumhuriyetçi devlet
kuramıyla Perikles’in Thukydides’in Peloponez
Savaşı adlı eserinde Perikles’e atfettiği ünlü
nutukta ortaya koyduğu demokratik devlet kuramı
arasındaki çatışmayla su yüzüne çıkan farklılık
örneğidir. Platon’un Devlet adlı diyalogunu hepi-
niz duymuşsunuzdur. Bu diyalogun Batı dillerine
yapılan çevirilerindeki asıl ve daha doğru adı,
Cumhuriyet’tir. Daha doğru adı diyorum, çünkü
bu kitapta Platon genel olarak bir devletten değil,
özü itibariyle cumhuriyetçi bir devletten söz eder
Atatürk’ün halka seslenişi
28
29
Prof. Dr. Ahmet ARSLAN
Ege Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi
Felsefe Bölümü
1...,10-11,12-13,14-15,16-17,18-19,20-21,22-23,24-25,26-27,28-29 32-33,34-35,36-37,38-39,40-41,42-43,44-45,46-47,48-49,50-51,...84
Powered by FlippingBook