Egeden 3. Sayı - page 32-33

ve böyle bir devlet modeli geliştirir . Platon’un
bu kitapta savunduğu devlet, büyük ölçüde bir
cumhuriyettir ve Platon bu cumhuriyeti o dönemde
Perikles tarafından gerçekleştirilen Atina demokra-
sinin karşısına yerleştirir.
Platon’un Atina demokrasisine ana eleştirisi
onun insan doğası hakkında hatalı bir görüşe
dayanması, insanı özü itibariyle bir arzu veya
iştah sahibi varlık olarak görmesi, bir toplumun
bireylerin salt arzu veya iradelerine dayanan
özgür tercihleri sonucunda ortaya çıkacak yasalarla
idare edilmesinin doğru olacağıdır. Buna karşılık
Platon’a göre cumhuriyet, insan doğası hakkın-
da doğru bir görüşe dayanan, insanı arzu veya
istek değil de akıl sahibi bir varlık olarak gören,
dolayısıyla doğru yasaların insanın akıllı yanından
kaynaklanması gereken yasalar olduğunu savunan
bir rejimdir. Platon siyasal yönetimin insanların
salt istek veya arzularına, iradelerine bırakılamaya-
cak ciddi bir iş olduğunu düşünür. Siyaset Platon’a
göre doğal bir olay değil, bir bilim, sanat, kısaca
uzmanlık meselesidir. Dolayısıyla yasaların bu bi-
lime ve uzmanlığa sahip olmayan sıradan insanlar,
halk tarafından değil, aydınlatılmış akla ve bilgiye
sahip olan seçkinler, aydınlar tarafından yapılması
gerekir. Demokrasiyi böylece ilkesiz, iddiasız, her-
hangi bir yüksek hedefi olmayan, insanların keyfi
arzu ve isteklerine dayanan erdemsiz bir rejim
olarak gören Platon buna karşılık cumhuriyeti
doğru yasaların doğru, erdemli insanları meydana
getirmesi gerektiğini savunan ilkeli, iddialı, keyfi
olmayan bir yönetim biçimi olarak tanımlar.
Platon’un siyaset felsefesi üzerine yaptığımız
bu basit analiz demokrasi ile cumhuriyet arasında
var olan çatışmanın temellerini, onların nasıl farklı
ilkelerden hareket eden iki yönetim biçimi olduğu-
nu kabaca da olsa ortaya koymaktadır. Demek ki
demokrasinin dayanağı irade, bu iradeye dayanan
özgür, yani hesap vermek zorunda olmayan keyfi
tercihtir; buna karşılık cumhuriyetin ilkesi insan
eylemleri, tercihleriyle ilgili olarak kendisinden
açıklama istenmesi, meşrulaştırma talebinde bulu-
nulması mümkün olan akıl, akılsal temellendirme-
dir. Demokrasinin siyasal yönetimi doğal bir süreç
olarak görmek istemesine karşılık cumhuriyet için
o akla ve onun yasalarına dayandırılması gereken
felsefi bir inşa sürecidir. Demokraside yasaların
toplum tarafından yapılmasının doğru ve yeterli
olduğunun düşünülmesine karşılık cumhuriyet
doğru yasalarla doğru, adil bir toplum meydana
getirmek hedefi peşinde koşar. Demokraside
özgürlük insanların insan olmak bakımından sahip
oldukları doğal bir yetenek olmasına karşılık
cumhuriyette özgürlük insanların akılla, bilgiyle
kazanmaları, hakketmeleri gereken bir imtiyazdır.
Yani cumhuriyete göre özgürlük aklın bir fethidir
ve inanmanın öğrenilmemesine karşılık akıl yürüt-
mek öğrenilebilir. Böylece cumhuriyet özgürlüğü
reddetmez ama onu akılla belirlemek, keyfilikten
kurtarmak ister.
Platon’dan hareketle cumhuriyetle demok-
rasi arasındaki farklılıklar ile ilgili olarak ortaya
koymaya çalıştığım basit belirlemelerin başta
Atatürk olmak üzere modern Türkiye’nin kurucu
babalarının yeni Türk Devleti’ni ve onun siyasal
rejimini neden bir demokrasi olarak değil de bir
cumhuriyet olarak ortaya koymak ihtiyacı veya
gereğini duyduklarını gösterdiğini umuyorum.
Bu belirlemeler öte yandan çok partili demok-
ratik hayata geçtiğimiz günden bu yana gerek
içerde gerekse dışarıda cumhuriyete yöneltilen
itirazların, eleştirilerin de özünü vermektedir. Bu
itirazların başlıcalarını biliyorsunuz: Cumhuriyet,
Türk toplumunun doğal-tarihsel gelişim sürecine
aykırı bir proje olarak ortaya çıkmıştır. Cumhuriyet
devrimleri Türk toplumunun geleneksel kurum-
larını, değerlerini, alışageldiği hayat tarzını yok
saymış, geçmiş kültürüyle olan bütün bağlarını
koparmış, ancak onların yerine tatmin edici yeni
bir hayat tarzı, iyi ve güzel hakkında doyurucu yeni
kavramlar, değerler koyamamıştır. Cumhuriyet bir
avuç Batı hayranı, Batıcı aydının toplumun genel
istek ve arzularına aykırı top yekun bir inşa projesi
olarak ortaya çıkmış, dolayısıyla doğal olarak halka
inememiş, halk tarafından benimsenmemiştir.
Cumhuriyet toplumun alt yapısında önemli deği-
şiklikler gerçekleştirmemiş, bütünüyle üst yapıya
ait şekilsel birtakım düzenlemeler, bir kılık kıyafet
devrimciliği olmaktan daha ileri gidememiştir.
Sonuç olarak yapılması gereken cumhuriyetin ken-
disini ortadan kaldırmak değilse bile onun kurucu
ilkelerini yeniden ele almak, bu ilkeler ve onlara
uygun olarak yapılan cumhuriyetçi uygulamaları
eleştirmek, bu ilkeleri koruma görevini üzerine alan
kurumları etkisizleştirmek, yeni ve demokrasiye
uygun bir anayasa yapmak, böylece devleti halkla
veya milletle yeniden barıştırmaktır.
İlk olarak şunu söylemek istiyorum: demokrasi
ile cumhuriyeti birbirine özdeşleştirmek ne kadar
tarih ve gerçek dışı ise onların farklı insan ve
doğru yönetim anlayışlarından hareket eden iki
ayrı siyaset teorisi, hatta dünya görüşü olduğunu
belirtmekle yetinmeyip birbirlerine tümüyle zıt
olduklarını söylemek de o kadar yanlıştır. Çünkü
her aklı başında demokraside bazı cumhuriyetçi
unsurların olması gerektiği ve fiilen de olduğu ne
kadar gerçekse her aklı başında cumhuriyetin de
demokrasinin bazı temel kavram ve değerlerini
tümüyle göz ardı etmediği ve edemeyeceği de o
kadar gerçektir.
Örneğin günümüzün en büyük demokrasisi
olarak kabul edilen ve dünyanın geri kalan ülkele-
rine onun değerlerini benimsetme görevini üzeri-
ne almış gibi görünen Amerika Birleşik Devletlerini
ele alalım. Onda bazı önemli cumhuriyetçi ilkelerin
demokrasinin ana değerleri ve uygulamalarıyla bir
arada bulunduğunu görmekteyiz. İlk olarak Ame-
rika Birleşik Devletleri’nin anayasal bir demokrasi
olduğuna kimse itiraz etmeyecektir. İşte bence
anayasa kavramının kendisi gerçekte son derece
önemli cumhuriyetçi bir unsurdur. Çünkü bir ana-
yasa, ilkeler düzeyinde bireylerin hak ve özgürlük-
lerinin sınırlarını belirleyen bir hukuki sözleşmedir.
O, a priori olarak bireylerin arzu ve tercihleriyle
belirlenemeyen daha yüksek bir alanın, bir haklar
ve sorumluluklar alanın varlığına işaret eder. Bu
anayasanın örneğin dinsel görüş ve tercihlerle
dünyevi siyasal yönetimin ilkelerini birbirinden
kalın duvarlarla ayıran laiklik ilkesi böyle bir ilkedir.
Amerika Birleşik Devletleri Anayasası’nda laikliğin
Fransız Anayasası’ndan farklı bir şekilde, devletin
bireylerin dini kanaatleri üzerinde baskı uygulama
hakkının olmadığı şeklinde, formüle edilmiş
olduğu doğrudur. Ama bu olgu, biri demokrasinin,
diğeri cumhuriyetin veya cumhuriyetçiliğin kalesi
olarak görülen bu iki ülkede laikliğin, aynı ölçüde
korunması gereken temel bir değer olarak karşımı-
za çıktığı gerçeğini değiştirmemektedir. Başka bir
ifadeyle her iki ülkede ve anayasada laiklik ilkesi
hiç de doğal veya sosyolojik bir süreç sonunda
kendisine erişilen bir ilke olarak değil; iyi ve barışçı
bir hayatın, toplumsal siyasal hayatın mümkün
olması için yaratılmış felsefi-teorik bir inşa ilkesi
olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bir örnek daha: 1960’larda Alabama
Eyaleti’nde siyahların beyazlarla aynı otobüse bin-
meleri, aynı okullara devam etmelerini yasaklayan
kararlar eyalet meclisinde demokratik bir süreç
içinde alınmış kararlardı. Bu kararlara başta Başkan
olmak üzere federal meclislerin karşı çıkması ve
federal güçler aracılığıyla siyahlara karşı uygulanan
ayrımcılığın sona erdirilmesi demokratik değil
yine cumhuriyetçi bir ilkenin hayata geçirilmesini
temsil etmektedir.
Bugünkü Batı demokrasilerinin zannedildiği
gibi doğal, sosyolojik, yani demokratik süreçler
sonunda ortaya çıkmış olmadığını hatırlamamızda
yarar vardır. Amerikan demokrasisi de içinde olmak
üzere modern demokrasilere demokrasi teorisini
ve uygulamalarını hediye ettiğini söylememiz
mümkün olan İngiliz demokrasisini düşünelim.
İngilizler modern çağda demokrasiye 17. yüzyılda
biri kanlı diğeri kansız iki devrimle, 1648 ve 1688
devrimleri sonucu geçmişlerdir. Kralın kafasının
kesilmesiyle sonuçlanan ilki, yani Cromwell’in
devrimi onun bizzat kendisi tarafından da nitelen-
dirilmış olduğu gibi cumhuriyetçi bir devrimdir.
Bugünkü Fransız demokrasisinin temelinde
bulunan en büyük olayın, bu kez bir başka kralın
kafasının kesilmesiyle sonuçlanan Fransız devrimi-
nin ise cumhuriyetçi bir devrim olduğunu hepimiz
bilmekteyiz..
Bu son tespit bir başka şeye geçmeme imkan
vermektedir. Modern çağ tarihçileri tarafından bu
iki devrimin bir burjuva devrimi olarak nitelen-
dirildiğini biliyoruz. Daha ileri giderek modern
denen çağın tümüyle burjuvazinin eseri olduğunu
söyleyenler de vardır. Bu bağlamda Antik Yunan
dünyasında demokrasiye geçiş süreciyle ilgili olarak
da burjuvazinin belirleyici rolüne işaret edilmek-
tedir. Bu çerçevede, Platon’un siyaset teorisinin
Atina’da burjuvazinin ortaya çıkışını takip eden
demokrasiyi ortadan kaldırmaya çalışan bir karşı
devrimi temsil ettiğini söyleyenler vardır. Gerçekten
de Platon’un toplumu yönetenler ve üretenler
olarak ikiye ayırması, çiftçi, işçi, tüccar ve her türlü
meslek sahibini içine alan üreticiler grubuna yö-
netimden hiçbir pay vermek istememesi, yönetim
yetkisine sadece koruyucular yani askerler ve her
türlü idarecilerden meydana gelen bir azınlığın
sahip olması gerektiğini savunması gerçekten de
karşı devrimci bir hava taşımaktadır.
Ancak bu açıklama tarzının veya tarihsel
gelişim şemasının bize fazla uymadığı da açıktır.
Cumhuriyet Osmanlı toplumunda ortaya çıkan
yeni ve güçlü bir burjuva sınıfına karşı bir devrim
olarak yapılmamıştır. O, yukarda kısaca belirtmeye
çalıştığım gibi, kurucuları tarafından modern
öncesi bir toplumdan, modern olduğu düşünülen
bir ulus-devlet formuna geçmek amacıyla tasar-
lanmış ve uygulamaya geçirilmiştir. Öte yandan o,
Fransız devrimi gibi burjuvazinin kendi haklarını
Cumhuriyet kavramı altında ortaya koyarak eski
düzeni ortadan kaldırma girişimi olarak da değer-
lendirilemez. Yakın tarihimizde Fransa’nınkinin
tersi bir süreç işlemiş, cumhuriyet rejimi altında
bildiğimiz gelişmeler sonucunda bir burjuvazi
ortaya çıkmıştır. Bununla birlikte bu burjuvazinin
öte yandan Batı’daki tarihsel sürece benzer şekilde
demokrasinin palazlanmasına imkan verdiğini de
kabul etmek zorundayız.
Bugün içinde bulunduğumuz durumda bir
tarafta demokrasinin kendisini bir karşı devrim,
cumhuriyete karşı bir ihanet olarak görüp şu veya
bu biçimde cumhuriyete bir tür nostaljik geri
dönüşü, demokrasinin restorasyonunu isteyenler
vardır. Diğer tarafta buna tamamen ters bir söyle-
mi benimseyerek çok partili demokratik düzeni ve
hayatı milletin, halkın tarihi bir kurtuluşu olarak
niteleyip çok partili siyasal hayata geçmeden
önceki bütün cumhuriyet uygulamalarını, hatta
daha ileri giderek ruhunda bir halk düşmanlığının,
totalitarizmin yattığını ileri sürerek cumhuriyetçilik
fikrinin, ideasının kendisini mahkum etmek
isteyenler vardır.
İtiraf ederim ki ben kendimi bu her iki grup
içinde de görmemekteyim. Bu iki grubun da olaya
soğuk kanlı ve adil bir şekilde bakmadığını, dünyayı
iyi ve kötünün, hak ile batılın mücadele alanı olarak
gören ikici bir bakış açısının etkisi altında olduğunu
düşünmekteyim.
Eğer Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ideoloji-
sini ve modernleşme projesini bütün zamanlar için
değişmeyecek bazı yasal düzenlemeler aracılığıyla
bir toplumun hayatının her alanını ve ebedi olarak
düzenleme veya inşa etme iddia ve amacında olan
topyekun bir ideoloji, totaliter bir uygulamalar
bütünü olarak düşünüyorsak böyle bir projenin
gerçeklemez olması bir yana gerçekleşmesinin de
söz konusu toplumun pek hayrına olmayacağını
söyleyebilirim.
Eğer Türkiye Cumhuriyeti’nden bunun tersine
tarihinin belli bir anında içinde bulunduğu buhranlı
bir durumda Türk toplumunu bir ulus-devlet olarak
yeniden şekillendirmek yoluyla modern dünyanın
gerekliliklerine uygun bir hale getirme, bunun
için eski ve artık işe yaramadığı görülen yasalar,
kurum ve uygulamaları ortadan kaldırıp onların
yerine yeni, işlevsel ve pratik olarak yararlı bazı
düzenlemeleri gerçekleştirme yönünde akılcı,
bilinçli ve iradi bir projeyi anlıyorsak cumhuriyetin
bu amacına büyük ölçüde erişmiş olduğunu ve bu
yolda ilerlemeye devam ettiğini söyleyebilirim.
Benim görüşüme göre Türk toplumu bugün
modernleşmenin birçok ana kriteri bakımından
modern bir toplumdur Modern bir toplumu mo-
dern yapan şeyler nelerdir? Hiç şüphesiz modern
bir ekonomi, modern bir demokrasi, modern
hukuk düzeni, modern bir eğitim düzeni, modern
bir basın sistemi, modern üniversiteler vb. Şimdi
bütün bunlar Türkiye’de hiç şüphesiz arzu edebi-
leceğimiz bir mükemmellikte olmamakla birlikte
büyük ölçüde mevcuttur. Bazılarımız bunu yeterli
görmeyebilir; bazılarımız bu başarıyı Cumhuriyet’in
kendisine değil onun karşısına koymanın daha
doğru olacağını düşündüğü çok partili, serbest se-
çimli demokrasimize mal edebilir. Ama bu ikinciler
gözlerini Türkiye ile benzer bir geçmişten, benzer
kültürel- tarihsel gelenekten gelen diğer Müslü-
man ülkelere çevirirlerse onlarda ne cumhuriyetin
ne de demokrasinin olmadığını göreceklerdir. Onlar
bu ülkelerin bazısında var olan cumhuriyetin, örne-
ğin bir İran İslam Cumhuriyeti’nin neden Türkiye’nin
yakın geçmişinde ortaya çıktığını gördüğümüz bu
tür modern kurum veya gelişmelere imkan veya
geçit vermediğini de kendilerine sorabilirler ve
sormalıdırlar.
Çok partili demokratik düzene geçtiğimizden
bu yana toplumsal-kültürel hayatımızda meydana
gelen önemli değişikliklere bir bütün olarak
olumsuz gözle bakan karamsar aydınlarımıza
içinde bulunduğumuz ortamda sormak istediğim
birkaç soru var: İlk olarak Cumhuriyet’i ne olarak
düşünüyorsunuz? Makul derecede uzun bir
süre için toplumsal hayatımıza yön vermesi, ışık
tutması mümkün olan temel bazı kurucu ilkeler,
değerler ve kavramlar bütünü olarak mı, yoksa
bunların yanında ve onlardan daha önemli olarak
ilk döneminde gerçekleştirdiği her türlü somut,
tarihsel, konjonktürel uygulamaların bütünü
olarak mı? Basit bir örnek vereyim: Cumhuriyet
çağdaş bir hukuk sistemi, ulusal bir ekonomi idesi
midir, yoksa aynı zamanda İstiklal Mahkemeleri,
ekonomi alanında devletçilik uygulaması mıdır?
Cumhuriyet’i ne olarak düşünüyorsunuz? Bir de-
faya mahsus olarak bütün zamanlar için konulmuş
ve içinde daha sonra ortaya çıkacak olan her türlü
problemin çözümünün bulunduğu değişmez, kut-
sal bir doğrular, doğru çözümler deposu mu, yoksa
insana, topluma, yönetime ilişkin bazı temel ilke ve
değerlerden hareketle zamanın, zeminin getirdiği
değişmelere, ortaya koyduğu problemlere uygun
çözümler getirme amacına sahip akılcı, tecrübi bir
pratik bilgelik öğretisi mi? Nihayet bence en kritik
değer taşıyan şu soru: Türk halkının modernleş-
me projesi içindeki yerinin ne olduğunu veya ne
olabileceğini, ne olması gerektiği görüşündesiniz?
Son tahlilde onu modernleşmenin nesnesi mi,
yoksa öznesi olarak mı almanın doğru olduğuna
inanıyorsunuz? O ebedi olarak modernleşmenin
kendisine uygulanacağı, kendi katkısı veya
çabası olmaksızın modernleştirilecek edilgin bir
ham madde, malzeme midir veya hep öyle mi
kalacaktır, yoksa modernleşmenin ancak kendisi
vasıtasıyla, kendisinin katılımı, katkısı, üretkenliği
ile gerçekleştirilebileceği itici bir güç, bir motor
mudur? Özellikle bu son sorunun cevabının birinci
şık olduğunu düşünüyorsanız size modernleşme
rüyanızdan tümüyle vazgeçmeniz gerektiğini
söylemek zorundayım. Çünkü ben şahsen tarihte
böyle bir projenin başarılı olduğunun herhangi
bir örneğini bilmiyorum. Sorunun cevabının ikinci
şık olduğunu, olması gerektiğine inanıyorsak,
bünyesinden diğer birçok modern kurumlarımız
ve değerlerimiz gibi modern Türk demokrasisinin
de çıkmasına, fışkırmasına izin ve imkan veren
Cumhuriyet’imizin başta Atatürk olmak üzere kuru-
cu babalarını bilinçli bir sevgi ve saygıyla analım.
30
31
Bu makale Prof. Dr. Ahmet Arslan’ın “Cumhuriyet
ve Atatürk Günleri” kapsamında sunduğu
konferastan kısaltılarak alınmıştır.
1...,12-13,14-15,16-17,18-19,20-21,22-23,24-25,26-27,28-29,30-31 34-35,36-37,38-39,40-41,42-43,44-45,46-47,48-49,50-51,52-53,...84
Powered by FlippingBook