Egeden 5. Sayı - page 14-15

12
13
YAZ 2010
Derneği’nin bir yarışması vardı oraya
yollamıştım, ordan mansiyon aldım.
Metis’e yazdığım bir hikayeyi -“Keçi
kızı Ayşe”ydi adı-, bir de Katherine
Mansfield’in bir hikayesinin çevirisini,
neyi niçin yapmak istediğime dair bir
mektupla birlikte yolladım. 6 ay cevap
gelmedi, ordan da ümidi kesmiştim.
Bir gün çocuklar anaokulundayken
posta kutusunda üzerinde Metis
yazan zarfı gördüm. Yalnız olmadığım
için hemen açmadım. Yolda gider-
ken dayanamadım, açtım ve kabul
ettiklerini gördüğümde sokakta zıp
zıp zıpladım.
Sadece lise eğitimiyle mi öğrendiniz
İngilizceyi?
Evet. Lisedeyken de çok me-
raklıydım. Ama o zaman çok iyi bir
eğitim veriyorlardı, fonetik dersle-
rinin çok faydasını gördüm. Sonra
bir ara TRT’de belgesel çevirisi falan
yapıyordum. Lisedeyken de okumayı
çok seviyordum, kütüphaneden hiç
çıkmıyordum.
Sevdiğiniz şarkıları, şiirleri çevirir
miydiniz mesela?
Şiir çevirmem, şiirin çevirilebile-
ceğine inanmıyorum. Kendi kendi-
me sevdiğim hikayeleri çevirdim.
Üniversitedeyken, Ticaret Gazetesi
çıkardı İzmir’de, orda çalıştım bir süre
çevirmen olarak. Sonra, okul
da bittikten sonra, engel-
leyemiyorsunuz, içinizden
gelen, yapmak istediğiniz
bir şey... Ortam da bu-
lamıyorsunuz. Ama ben
pes etmedim. Eksiklerimi
aramaya başladım: Çok fazla
Türkçe’ye hakim olmadığımı
ve bilmediğimi farkettim.
Lisedeyken yok denecek kadar az
Türkçe kitap okuyordum. Bunun için
de Varlık Yayınları’nın 1950’li yıllarda
bastığı Türk yazarların eserlerinden
ne bulduysam aldım ve Türkçe’yi tanı-
mak için okumaya başladım. Çok zevk
aldım ve eksikliklerimi gördüm.
O süreçte hayatınızda neler oluyor-
du?
Üniversite son sınıfın başında ev-
lendim, son dönemde hamile kaldım,
3-4 ay hamile gittim geldim okula.
Sonra zaten arka arkaya 2 çocuk
yaptık, herkes “deli” dedi bize, ben
yine de yaptığımın doğru olduğuna
inanıyorum. Çocuklar büyüyordu
bir yandan ve ben bulabildiğim
bütün Yunan klasiklerini de bitirdim.
Euripides’in piyeslerini okurken bir
baktım bir Alkestis var ve bu bildiği-
miz ‘Deli Dumrul’. Hikayeler birbirinin
aynı. Bu konuda hiçbir yorum hatırla-
mıyordum ama bu çok ilginç bir şey-
di. İncelemek için Milli Kütüphane’ye
gittim. Orda da başka bir şok yaşa-
dım, girmek için üniversite diplomamı
istediler. Deli Dumrul’la ilgili bütün
kitapları incelemek istiyordum. Oraya
gidip 10-15 kitaplık listemi çıkardım,
hakkımın 3 kitap olduğunu söylediler.
Neyse sonra baktım ki benden önce
de bu benzerlik incelenmiş.
Hangisi daha önceymiş?
İşte ben de onu cevaplamak
istedim ilk önce ve “Yunanlılar bizden
çalmış” diye düşündüm. Hesapla-
yınca Dede Korkut’un daha geç
yaşadığı ortaya çıktı. Alkeltis daha
önceymiş. Sonra Miliyet Sanat’a bir
yazı hazırlayıp yolladım, ‘yayınlayaca-
ğız’ dediler ama neden bilmiyorum
yayınlamadılar. Yazı da şöyleydi:
Kendi hissettiklerimden yola çıkarak
“Yunanlılar bizden çalmışlar” diye
sevindim, arkasından Dede Korkut’un
daha sonra yaşadığını farkederek
mahçuplaştım ve ondan sonra aklıma
geldi: Niye ben utanıyorum. Bu neyi
gösteriyor? Dede Korkut Yunan kla-
siklerini okumuş, yani bize anlatıldığı
gibi değil, Dede Korkut bayağı ciddi
bir edebiyatçıymış. Ayrıca Tempest
hariç Shakespeare’in hiçbir eseri
kendisine ait değildir. Tüm eserleri
kendisinden önce yazılmış eserlerdir.
Hiçbir eseri özgün değildir, ama bu
onu hırsız yapmıyor. Yani siz daha
önce yazılmış bir öyküyü alıp yeniden
yazabiliyorsanız çalmadan, yeniden
yaratabiliyorsanız, edebiyat budur
zaten. Ben de o yazıyı öyle yazdım, biz
neden utanıyoruz Dede Korkut’tan ve
niçin doğruları söylemekten bu kadar
çekiniyoruz. Bu övünülecek bir şey.
Bizim at üstünde gezen barbarlar ol-
duğumuzu söyledikleri dönemde ve
Avrupa uyurken, bizim edebiyatçıları-
mız Yunan edebiyatını okuyorlarmış,
bu direkt olarak bunu gösteriyor.
Osmanlıca maceranız var bir de…
Milli Kütüphane’ye gidip gelirken
ve kütüphanenin o içler acısı halini
görünce müdüre de başvurmuştum.
Sonra kütüphane müdürüyle dost ol-
duk, İzmir Milli Kütüphanesi’nde 4000
tane el yazması olduğunu öğrendim
ve henüz künyeleri çıkmamıştı. Ben de
cahil cesaretiyle “Madem çeviri yapa-
mıyorum, Osmanlıca öğrenirim ve ge-
lip bu kitapların künyelerini teker teker
okurum” dedim. Zeki Arıkan’a gittim
“Ben Osmanlıca öğreneceğim” dedim.
Ciddi olduğumu görünce beni yüksek
lisans derslerine de aldı ve öğrendim
ama el yazmalarını okuyabilmem için
daha birkaç fırın ekmek yemem gerek-
tiğini de anladım. Zeki Arıkan, Orhan
Buryan’ın bir yazısını verdi çeviri yap-
mak istediğimi öğrenince. Fransızca,
ilmî bir dergide yayınlanmış İngilizce
bir yazıydı: İngilizler’le Türkler’in ilk
diplomatik ilişkilerinin nasıl başladığıy-
la ilgiliydi. Onu Türkçe’ye çevirdim ve
Zeki Bey Belleten’e yollattı. Ve mektu-
bu da bana yazdırdı sanki yazıyı ben
bulmuşum gibi, onun ezikliğini hala
yaşarım. Belleten’de o yazım çıkınca
biraz moralim yerine geldi, yapmak
istediğim çeviri tarih çevirisi değildi
ama kendimi ispat etmiş oldum. Sonra
üniversitenin yıllık dergisinde 2 sene
arka arkaya makale çevirilerim yayın-
landı. Bu arada ‘Leman Kumpanyası’
diye yine tarihle ilgili bir kitap çevir-
memi önerdi Zeki Bey. Tabiî ben o sıra
her şeyi çevirmeye gönüllüydüm. 45
sayfasını çevirip Türk Tarih Kurumu’na
yolladık, orada heyet değerlendirip çe-
virebileceğime karar verdi ama yazar
İngiliz bir tarihçiydi ve tarafsız olduğu-
nu savunsa da çok taraflıydı. Taraflı ve
küstah bir üslubu aynı şekilde çevir-
mek zorundasınız ve bu yıpratıyor. Tek
bitirmediğim kitap o kitaptır.
Çiğdem hanım siz akademik bir yola
neden girmediniz?
İstedim bunu bir dönem. Bu dük-
kanı açacağım sıra -15 yıl oluyor- artık
çevirilere başlamıştım. Bir süre sonra
şunun zorluğu başladı: Evde çeviri
yapmak çok zor, evde çeviri yapar-
ken çalıştığınızı kimse kabul etmiyor
sonuçta siz evde olmuş oluyorsunuz,
gelen giden… O zaman Leguinleri
çeviriyordum. Ege Üniversitesi’nde
Azize Hanım vardı, daha sonra Dokuz
Eylül Üniversitesi’ne geçti ve bir
gün ‘Mütercim tercümanlık bölümü
açmayı düşünüyoruz’ diyerek, beni de
çağırdı çeviri dersi vermeye. Bu fikir
hoşuma gitti. O zaman çok heyecan-
ladım, şimdi olsa kabul etmem çünkü
fikrim değişti. Kabul ettim, bir dosya
istediler hazırladım, hatta benimki 2
dosya oldu. Başlayacaktım ki, Azize
Hanım bir kitap verdi, Amerikan tari-
hiyle ilgili ‘Buna çalış sınavda buradan
gelecek sorular’ dedi. ‘Şimdi mütercim
tercümanlık bölümü olmadığı için
Amerikan tarihi dersine gireceksin’
dedi. Bir şey demedim geri çekildim.
Benim Amerikan tarihi dersi verme-
me razıydılar ama bu benim ahlak
anlayışıma tersti.
Daha sonra ‘öğretmeyi’ hiç düşün-
mediniz mi?
Çeviri yapmanın öğretilemeyeceği-
ni düşünüyorum.
O zaman ‘ben el almaya gelmiştim’
desem?
El veririm. O farklı bir şey ama bu
yazmayı öğretmek gibi bir şey. For-
müle sığacak bir şey olduğa inanmı-
yorum. Bu içten gelen bir şey. Mesela
Aşık Veysel’in şiirleri çok güzeldir,
adamın son derece cahil olduğunu
iddia ediyorlar ama içten gelen bir
şeyi var… İşte diğerlerinden farklı
olarak ifade edebiliyor, bir şekilde
bunu düşünebiliyor. Çevirmenin çok
fazla araştırma yapması okuması eks-
tradan bir şeyleri bilmesi gerekiyor.
Eğitimi de kabul ederim ama ‘çeviri
teknikleri falan’ dediklerinde bakaka-
lıyorum.
Siz dile çok önem veriyorsunuz. Keli-
melerle heyecanlanan birisiniz.
Tabiî. O çok zevkli bir şey. Osman-
lıca öğrenirken bunu farketmiştim.
Zeki Arıkan yüksek lisans öğrencile-
rine her ders bir sunum yaptırıyordu,
bir sözlük tanıtıyordu. Ben de dile
getirmesem de tepki duymuştum
“bunlar yüksek lisansta daha anca
sözlük mü tanıyorlar” diye cahilce bir
tepkiydi. Sözlük dediğiniz şey çok
önemliymiş. Sözlükleri bilinçli kul-
lanmadığımı farkettim. Ondan beri
hiçbir sözlüğü kaçırmam.
okudum. 1 sene boyunca İngilizceden
okudum. Henrylerle ilgili bir piyes
okurken ‘Bu Shakespeare değil’ diye
hissettim. Yine aynı kafiye ölçüsü,
yapı aynı ama bu o değil. Mantıklı
açıklanabilecek de bir şey değil. Daha
sonra eleştirileri okuyunca bunun
düşünüldüğünü gördüm. Ruhunu
yakalıyorsunuz bir yerde eğer yazar
da o eserin ruhuyla birleştiyse, zaten
ikisi bir oluyor, o ruhun dışında bir
müdahale hemen dikkat çekiyor. Bu
çok ilginç bir şey…
O zaman iyi bir çevirmende böyle
bir ruh olması gerekiyor. Sadece dili
bilmek…
Zaten yeterli değil. Ben çevir-
menin yazması gerektiğine ve iyi
çevirmenlerin yazdığına inanıyorum.
Benim de hiçbir şeyim yayınlanmadı
ama yazıyorum. Çeviriye başlamadan
önce, 10 yıl çeviri yapmaya çalıştım.
Belki de o yüzden yıldım, yazdığım
şeyleri yayınlatmaya çalışamadım.
Çevirmenliğe ve “Yüzüklerin
Efendisi’nin çevirmeni” olmaya
varan yol nasıl ilerledi?
Çok çeviri yapmak istiyordum, za-
ten yapıyordum öyle bir zevkim vardı.
Kimseye derdimi anlatamıyordum,
kendimi ispat edemiyordum, İzmir’de
zaten yayınevi yok, İstanbul’a bir türlü
ulaşamıyordum. Mübalağa değil 10
yıl uğraştım çeviri yapmak için, bir
çok yere başvurdum. Bir çoğu cevap
bile vermedi. Bu arada denemelerim
vardı sürekli kendi kendime yazdı-
ğım için. O denemeleri Pen Yazarlar
Ursula K. Leguin’in Yerdeniz Bü-
yücüsü, Atuan Mezarları, En Uzak
Sahil, Tehanu ve Öteki Rüzgar’dan
oluşan ve fantastik edebiyatın baş-
yapıtlarından biri olan Earthsea
serisini Türk okuyucu Çiğdem Erkal
İpek’in çevirisiyle okudu.
1,2-3,4-5,6-7,8-9,10-11,12-13 16-17,18-19,20-21,22-23,24-25,26-27,28-29,30-31,32-33,34-35,...88
Powered by FlippingBook