Egeden 3. Sayı - page 54-55

Yrd. Doç. Dr. Engin ÖNEN
Ege Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi
Sosyoloji Bölümü
52
53
Elif Şafak’ın“Aşk”romanı neden bu kadar tuttu?
Bu soruya kısaca“reklam”şeklinde yanıt verenler de
edebi gücünün bunda rol oynadığını ileri sürenler de
oldu. Ancak ne tek başına reklam ne de edebi gücü,
Aşk romanının, tüm zamanların en çok satan (veya
okunan) kitabı haline gelmesini tek başına açıklayıcı
olabilir. Çünkü hem edebi yönden çok önemli ve/
veya reklamı bol bazı kitapların bu denli tutma-
dığı gerçeği ortada. Aşk sayesinde, neredeyse,
hep imrendiğimiz ecnebiler gibi plajlarda bile
kitap okumaya başlamış olmamızın açıklaması
daha karmaşık ve çok faktörlü analizlere muhtaç
gözükmektedir.
Kitapların çok satması bazen dönemin
toplumsal ruhuna, ihtiyaç ve arayışlarına denk
düşmesinden de kaynaklanabilir. Örneğin, Turgut
Özakman’ın“Şu Çılgın Türkler”kitabının popü-
lerleşmesinde de bu gerçeğin payı vardır. Yani
bizi hayata bağlayan, tutunma ihtiyacımızı
karşılayan, yön gösterip, davranışlarımızı
kontrol eden bazı değerlerin ortadan kalkmakta
olduğu veya en azından tehdit altında olduğu algısı,
güvenlik ve sığınma ihtiyacına yol açar. O zaman
bazı değerlere sığınma ve onları yeniden üretme
ihtiyacı duyarız. Bu bir kriz veya anomi halidir. Aşk’ı
da bizim hayata tutunma ihtiyacımızı karşılayan
ve onu anlamlı kılan değerlerden biri olarak
görüyorsak, o halde, onu yitirme kaygısının,
bizi aşk arayışına, hatta ona evrensel temeller
bulma çabasına yönelttiğini düşünmek, konuya
ilişkin açıklama biçimlerinden biri olabilir. Yani Elif
Şafak’ın romanı bize, aşk’ı zamandan (13. yüzyıldan
21. yüzyıla) ve mekândan (Doğu Batı ekseninde)
bağımsız ortak bir duygu ve değer olarak sunuşuyla,
bir ölçüde bu arayışımıza yanıt veriyor, yüreğimize
su serpiyor olabilir mi?
Zamandan ve mekândan bağımsız, evrensel
bir duygu veya değer olamayacağı varsayımından
hareket ederek, aşkın tamamen yok olup gittiğinden
değil ama belki başka bir çağa girdiğinden söz
etmek mümkün gözüküyor.
Tüketim toplumunun eskitme ve bir an önce
tüketmeye yönelik değerleri (kullan at, yenisini
al), iletişim ve ulaşım
teknolojilerinin
mekânsal mesafeyi
ortadan kaldırması,
büyük kentlerdeki
yaşamın ritmi, bütün
sosyal ilişkilerimizi
alt üst etmedi mi?
Evimizle, sokağımızla,
kentimizle ve işimizle
kurduğumuz bağ eskisi
kadar anlamlı mı? Büyü-
dükçe bize dar gelen
şehirlerimizin duygusal
dünyamıza etkileri
kaçınılmazdır. Çağımız-
da kök salma
sorunu
sadece mekânla olan ilişkimizde ortaya çıkmıyor.
Kök salmama/salamama aynı zamanda bütün sosyal
ilişkilerimizde; dostluk, akrabalık, komşuluk ve
arkadaşlık ilişkilerimizde de net bir şekilde kendini
gösteriyor.
Öte yandan, üretim dünyasına giderek egemen
olan esnek üretimin duygularımızı da esnetmesi
şaşırtıcı olmayacaktır. O halde, bedene bu denli
hareket şansı tanıyan koşulların, bu olanağı ruhu-
muzdan da esirgemeyeceğini düşündüğümüzde,
yeni bir aşk türü için gerekli altyapının ortaya
çıktığından söz edebiliriz.
Çok fazla genellemeye elverişli olmasa da bu
yeni aşk türünün, metropol insanının zihniyet ve duy-
gu dünyasının ürünü olduğu söylenebilir. Önce Georg
Simmel’in metropol insanına yönelik değerlendirme-
sini hatırlayalım:“…metropol insanı, dar kalıplarla
ve önyargılarla sınırlanmış kasaba insanına karşılık,
maneviyatının ve beğenilerinin gelişmiş olması an-
lamında‘özgür’dür. Birey geniş çevrelerdeki zihinsel
hayat koşullarını, karşılıklı mesafe ve kayıtsızlığı, ken-
di bağımsızlığı üzerindeki etkisi bağlamında en çok,
büyük kentin kalabalığında hisseder.”Burada anahtar
kavramlar mesafe ve kayıtsızlıktır. Ayrıca derinlik
duygusunun yitirilmesi anlamında yüzeyselliği de
bunlara ekleyebiliriz.
Doğal olarak böyle bir çağda kendini gösterecek
yeni bir aşk türü, gelip geçicilik, yüzeysellik ve
dayanıksızlık gibi özellikler taşıyacaktır. Bunun sayısız
örneklerini çevremizdeki ilişkilerde görebiliriz. Ayrıca
her bir dönemin sevgi ve aşklarını az çok temsil
edebilecek ürünler olarak, şarkı sözlerinde
de bunun izlerine rastlayabiliriz.
Doğa üzerindeki egemenliğimiz
arttıkça ve kendimizi, aslında bir parçası
olduğumuz, doğadan ayrı düşündüğümüz öl-
çüde, doğa, aşkımızın ilham kaynağı olmaktan
da uzaklaşıyor. Örneğin doğa, şarkı sözlerini önemli
ölçüde terk etti bile. Başı dumanlı ve sıra dağlar,
gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar, telli turnalar,
kınalı keklikler ayrılıkların, aşkımızın, hasretimizin
sembolleri değil bir süredir. Aşk, çağrışımlarını
doğadan almaz oldu. Sevgili, papatya gibi beyaz
ve ince değil bir süredir, ceylan gözlü olduğu da
söylenemez. Yağmurun sesi çok zamandır aşka davet
etmiyor. İletişim ve ulaşım teknolojilerinin bu denli
yoğun kullanıldığı bir dönemde, dağlar hasrete
gerekçe gösterilebilir mi? Şarkı sözlerini terk eden
hasret, sıla ve gurbet gibi kavramlar da bize yeni
dönem aşk türü hakkında ipuçları vermektedir. Daha
da önemlisi aşka derinlik katan ve onu besleyen
özlem, ayrılık acısı, unutamama, acı çekme yeni
dönem aşkın başat duyguları gibi gözükmüyor.
Aşk’ı kara sevda olarak tanımlamak pek mümkün
olamasa gerek. Yeni aşkın rengi olsa olsa tozpembe
olabilir. Kara’ya göre daha dayanıksız olan pembe de
kolay solabiliyor ve geriye tozu kalıyor çaresiz.
Postmodern dönemin aşkına, gelip geçicilik,
bağlılığın zayıflaması, vazgeçmenin ve unutmanın
kolaylaşması ve duygulardaki derinlik yitimi de eşlik
etmektedir. Bu aşk türünde, ayrılık sevdaya dâhil
değil. Çünkü Atilla İlhan’ın sözlerinde olduğu gibi,
ayrılanlar artık sevgili değil. Doğal olarak ayrılığı,
“ölümden beter”diye veya terk edilmeyi“beni kör
kuyularda merdivensiz bıraktın”yoğunluğunda bir
çaresizlik olarak tanımlamak gerekmiyor. Onun
yerine,“hemen yeni bir aşk bulunur, yerin çok çabuk
doldurulur”dönemin ruhunu daha iyi yansıtan
sözlere dönüşüveriyor.
Kalbimizin de dünyanın hızına ayak uydurmaya
çalıştığı bu çağda,“bir şarkısın sen ömür boyu süre-
cek”veya“beklerim yolunu aylar boyunca, yeter ki gel
bana, senede bir gün”sözleri âşıklara hitap edebilir
mi? Yüreğinin (ki bu yüreğin yerinde duramayan bir
yürek olduğu malum) götürdüğü yere git kuşağı,
aylarca bekleyemez ve senede bir gelmeye hiç razı
olamaz. Onun yerine yeni şarkı sözleri ortaya çıkıyor
zaten.“Keyfini bekleyemem, söyle senin anan güzel
mi”gibi. Bu sevgiliye“ben nasıl unuturum seni, can
bedenden çıkmayınca”sözleri de hitap edemeyecektir.
Bekleyemeyen, sabredemeyen ve sıkılgan sevgili
ne yapar? Sıkılgan sevgili böyle durumlarda az önce
tekrarlandığı gibi, bu durumu“yerin çok çabuk
doldurulur”veya“sende kaybettiklerimi başkasında
ararım”şeklinde karşılayacaktır. Yani postmodern
âşık, sıkıntıya gelemeyen ve sıkılan bir kişiliktir. Kolay
kazanır, kolay harcar. Kolay elde eder, kolay terk eder.
Postmodern aşkın temposu ve gelip geçiciliği
içinde, hatıra biriktirmeye ve hayaller kurmaya da
fırsat yoktur. Çünkü çoğu zaman aşkın bunları ba-
şarabilecek kadar geleceği yoktur. Onun için hatıra
ve hayaller aşkı besleyemez oldu. Son kullanma
tarihleri giderek kısalan aşklar, ayrılık acısı çekmek
yerine, genellikle hemen yenisine geçmeyi tercih
eder olmuştur.“Ayrılık, ölümden beter”olmadığı
gibi, yeni sevgiliyi koluna takma ve Bebek’te üç beş
tur atma ve hatta bir de sinema yaparak unutkan-
lığını gösterme fırsatı bile veriyor. Sevgili serisinin
son halkasını meşrulaştırmak da bazen çağa uygun
benzetmelerle yapılabiliyor:“Yazılır bu kalp sana alo,
senden öncekiler demo.”
Postmodern aşk (ilişki), girişi çıkışı kolaylaştıran
bir yapıya sahiptir. Tüketim toplumunun“kullan at”
anlayışının başat olduğu bu ilişki türü, anlık tatmin,
hızla bitirme ve yeniden başlamayı kolaylaştıran bir
özellik taşımaktadır. Aşkla ilgili deneyim sayısının
artmasını çapkınlıkla ve özellikle kadınların da
çapkınlaşması ile açıklayanlar bulunmaktadır. Ancak
söz konusu ilişki bolluğu ve aşkın kısa süreli cinsel
ilişkilere, sevişmelere indirgenmesi çapkınlığın
artışı ile açıklanamaz. Çünkü çapkınlık, belli norm
Aşkın iki evresi
Marcel Proust aşkın iki evresi olduğunu söylemişti. Ona göre, aşkın ilk evresi, yaygın
biçimde ‘aşka düşme’olarak adlandırılan evredir. Bu evrede aşk bir yazgı gibi yaşanır. Burada
‘Öteki’nin büyüsü altındayızdır. Karşımızdakinin ‘gerçekliği’nin, ‘gizemi’nin etkisi altındayızdır.
‘İlk bakışta aşk’da diyebiliriz buna. Doğal olarak, daha sonra aşk da, biz de ‘olgunlaşırız’. Gözle-
rimizdeki perdeler yavaş yavaş kalkar. Yanılsamalar teker teker açığa çıkar. Zamanla ‘Öteki’nin
erdemi olarak gördüğümüz şeylerin gerçek kaynağının kendimiz olduğunu fark ederiz. Bizde
aşka sebep olan şeyler, fark ederiz ki, aslında bizim yarattığımız yanılsamalardır. Aşkın ‘dışsal
bir gerçekliğe’sahip sahici bir şey olmaktan uzak, salt ‘öznel bir haz’olduğunu öğreniriz. Aslın-
da kendimizi sevmişizdir. Gözlerimizi ‘karartan’aşk gitmiş, olgunlaşmış, ‘aydınlanmış’ızdır.
Proust’a göre, bu ‘kalıp’aşkın her halinde tekrarlanır. Hem de aşkın özel tarihinde, hem de
bir kişinin hayatının farklı evrelerinde yaşadığı aşkların genel tarihinde tekrar eden bir ‘kalıp’tır
bu: Kapılırız ve kurtuluruz; aldanırız ve ayrılırız. Ancak şu eklenmelidir: Gençliğimizde-yani,
Aydınlanma öncesinde aşk daima ilk evresinden başlar. Aldanırız ve ayrılırız. Büyüleniriz ve
uyanırız. Bu evrede aşık defineciye benzer. Gerçek bir hazinenin peşine düşmüştür. Bu hazine-
nin izlerine rastladığını düşündüğü her yeri inançla ve inatla kazar. Kaderi boşluktur elbette.
Ancak asla heyecanını yitirmez. Derhal başka izlerin peşine düşer. Hatta denebilir ki, zamanla
hazineden çok, onun izlerine meftun olmuş gibi dolanıp durur ortalıkta. Bulur, kazar. Bulur,
kazar.“Bu da değil!”“Bu da değil!”
Defineciyi umutsuzluğa iten bir yakınma değil, umuda kışkırtan bir yaklaşma hissidir bu.
Ancak olgunlaştığımızda, yani aşkın kendimizden kaynaklanan bir yanılsama olduğunu fark
ettiğimizde, aşkın ilk evresinin bu ‘ebedi’tekrarı imkânsızlaşır. Yine tekrar tekrar aşık olabiliriz
elbette; ancak aşkın ilk evresini atlayarak…Proust’un ‘ikinci evre’dediği yerden başlamak
kaydıyla…
Bu evrede, aşk tutkusunun ateşi sönmüş; ancak, aşk arzusu’nun alevleri yükselmiştir. Kısa-
cası, bu evre derin bir paradoksla damgalanmıştır. Beyhude olduğunu bildiğimiz bir umudun
peşine düşmüşüzdür. Daha doğrusu, aşkta bizi çeken şeyin gerçek değil de, beyhude bir hazine
olduğunu fark etmişizdir. Hazine gitmiş, ancak cazibesi kalmıştır. Boşluğun kendisine kapılmı-
şızdır kısacası. Melankolinin temelinde de bu yaralı bilinç vardır zaten. Artık bir defineci gibi
değil de, bir koleksiyoncu gibi düşünmeye ve davranmaya başlarız. Şimdi aşkı bir bütün olarak
‘Öteki’nde bulmak ve yaşamak değildir amacımız. Bunun beyhude bir tutku olduğunu nihayet
anlamışızdır. Tek amacımız, aşk ihtimallerini değerlendirmek; farklı kişilerden aşkın türlü
hallerini derlemek toplamaktır sadece:“O da!”“Bu da!”Deneyimlerini, aşklarını olumsuzlayan,
ancak aşkı teyit eden definecinin yerini; deneyimlerini, yani aşklarını teyit eden, ancak aşkı
olumsuzlayan koleksiyoncu almıştır.
(Şükrü Argın, “Beyhude Hüzün, Biçare Melankoli”, Mesele Dergisi, sayı 1)
ve değerlerin hakim olduğu koşullarda, bir sapma
durumudur. Oysa postmodern koşullarda söz konusu
olan çok sayıda ilişki bir sapma sayılamaz. Daha
çok norm ve değerlerin ilişkilerimizi denetim altına
almakta zorlandığı anomik bir ortamdan söz ede-
biliriz belki de. Onun için çapkınlığın, mevcut ilişki
bolluğunu açıklamak şöyle dursun, bu dönemde
anlamını yitiren bir kavram olduğunu ileri sürmek
bile mümkündür.
Toplumsal kontrol mekanizmalarının aşk ve
sevişme koşullarını denetlemekte zorlandığının
göstergelerinden biri de, artık film ve şarkılarda sık
sık karşımıza çıkan kader ve kahpe feleğin devre
dışı kalmasıdır. Kavuşamamanın önündeki engeller
arasında sayılan kötüler, töre, gelenek vb. sosyal en-
geller, postmodern aşkta, engel değil artık. Kısacası
kader ve kahpe feleğin işlemediği bir aşk türünden
söz ediyoruz. Postmodern aşk, kader ve kahpe
feleğin müdahalelerinden muaf bir aşktır. Bu aşkın
çok inişli çıkışlı bir duygu olduğundan söz edilebilir
ama bir değer olduğunu söylemek güçtür.
Bütün bunlardan hareketle yepyeni ve homojen
bir aşk çağında olduğumuzdan söz edemeyiz.
Bütün bu gelip geçicililik, yüzeysellik, yönsüzlük
ve eskitmeye dayalı ilişkiler, yeni bir döneme
girdiğimizi göstermekle birlikte, eş zamanlı olarak
kara sevdaların ve büyük hasretlerin de tamamını
henüz ortadan kaldırmış sayılmaz. Şüphesiz,“ateş
et ve unut, arkanı dön ve çık”türü aşkların yanında
halen“hafife alma, aşk vurur insana, delikanlım”
aşklara da bu çağda rastlamak mümkün. Kaldı ki,
giderek yaygınlaşan ve bizim burada postmodern
şeklinde tanımladığımız aşk türünü de tam olarak
kategorize etmek, bunun üzerinden genellemelere
gitmek oldukça güç gözüküyor. Çünkü devreye çok
farklı değişkenler girmekte ve ortaya çok karmaşık
bir tablo çıkmaktadır. Üstelik henüz, olaya 3G de
dâhil olmadı.
Belki de son sözü yine bir şarkıya bırakmakta
yarar olabilir.“Aşk seni bulabilir de, uzakta durabilir
de, samimi oluyor derken mesafe koyabilir de,
(artık) bu böyle.”
Aşkın
postmodern çağı
Aşk evrensel bir duygumu?
İnsanların büyük bölümü kendi gençliklerinden beri aşkın nasıl bir
şey olduğunu bilirler. Aşk ve romantizm, çoğumuz için, yaşadığımız en yo-
ğun duyguları ortaya çıkarırlar. İnsanlar neden aşık olur? Bunun yanıtı ilk
bakışta apaçık görülebilir. Aşk, iki insanın birbirleri için duyduğu karşılıklı
fiziksel ve kişisel bir bağlanmayı dile getirir. Bugünlerde, aşkın ‘sonsuza
kadar’süreceği düşüncesine kuşkuyla bakabiliriz. Aşık olmanın evrensel
insan duygularından doğan bir deneyim olduğunu düşünme eğiliminde-
yizdir. Birbirine aşık olan bir çiftin ilişkilerinde kişisel ve cinsel doyumu,
belki de evlilik biçiminde istemeleri doğal görünmektedir.
Yine de, bugün bize apaçık görünen bu durum aslında sıra dışıdır.
Aşık olmak, dünya üzerindeki insanların büyük bölümünün yaşadığı
bir deneyim değildir…Romantik aşk düşüncesi toplumumuzda, yakın
zamanlara kadar yaygınlaşmamıştı; diğer kültürlerin büyük bölümünde
hiç var olmamıştı.
Aşk ve cinsellik, sadece modern zamanlarda birbiriyle yakından
bağlantılı görülür oldu. …Ortaçağ Avrupa’sında hemen hemen hiç kimse
aşık olduğu için evlenmemişti.“Kişinin karısını duygusal olarak sevmesi,
zinadır.”bir Ortaçağ deyişidir. O günlerde ve daha sonraki yüzyıllarda, er-
kekler ve kadınlar, esas olarak mülkiyeti elinde tutabilmek veya çiftliğinde
çalışacak çocuklar yetiştirmek için evlenirlerdi. Evlendiklerinde birbirlerine
yakın olabilirlerdi, ancak bu evlilikten sonra olabilirdi, önce değil…Ro-
mantik aşk en iyi ihtimalle bir zayıflık, en kötüsüyle de bir tür hastalık diye
görülmekteydi.
(Anthony Giddens, Sosyoloji, Ayraç Yayınevi, 2000)
MAKALE
1...,34-35,36-37,38-39,40-41,42-43,44-45,46-47,48-49,50-51,52-53 56-57,58-59,60-61,62-63,64-65,66-67,68-69,70-71,72-73,74-75,...84
Powered by FlippingBook