Egeden 8. Sayı - page 76-77

75
74
BAHAR 2011
dünyamızın, rüyalarımızda bile uyanık olduğunu
düşünürsek, düşünselliğimizin ve üzerine oturduğu
mizaç karmaşasının da bir gündemi olacağını
kabul edebiliriz. Farklı yaklaşımların, bir dünya
görüşü olarak ekonomizmde ortak paydaları olması
şaşırtıcı değildir. Psikanaliz gibi bir çözümleme
uğraşının da hep göz ardı edilmesi buna göre hiç
şaşırtıcı değildir. Herkes duyguları bağlamında
kendisini haklı görür. Böylece öteki/ötekiler, haksız
olma referansını oluşturur. Dedikodu dediğimiz
toplumsal süreç bir kültür olarak elbette gökten
zembille inmemiştir. Hiçbir inceleme ve araştır-
ma yapmadan bireyin kendisini haklı görmesi
toplumca paylaşılan bir narsizimden başka bir şey
olabilir mi? Toplumca paylaşılınca, akan sular durur.
Tartışılacak birşey kalmamıştır çünkü. Kıskaç bu
durum için uygun bir metafordur işte.
Narsizm, mitolojiden gelen bir sözcük. Bilinen
ve söylenceye dayanan bu öykünün kısaca altını
çizeyim. Ekho, çok güzel bir peri kızıdır. Kendisine
aşık olan binlercesine aldırmamaktadır. Ancak,
birgün Narkissos adında çok yakışıklı bir avcıya
rastlar ve aşık olur. Narkissos karşılık vermez. Ekho
aşkından erir gider. Olimpos dağını mekân edinen
tanrılar bu adamı cezalandırmaya karar verirler.
Kaderi çizilmiş Narkissos, avdan dönerken yorgun
ve susamış bir halde nehrin kenarına gelir. Su
içmek için eğildiğinde kendi yüzünü ve bedenini
görür. Daha önce farkına varamadığı bu güzellik
karşısında büyülenerek kendisine aşık olur. Yerin-
den kalkamaz ve içine kapanır. Ne yer ne içer ve
kara sevdanın sularında eriyip gider. Rivayet edilir
ki, öldükten sonra bedeni çiçeklere dönüşür. Bugün
bildiğimiz nergis çiçeği adını buradan alır.
Kıskançlık duyguları rahatsız edicidir. İnsan
her rahatsızlığını gidermeye, onu telafi etmeye
çalışır. Kıskançlığı telafi etmenin yollarından
birisi narsist duygulardır. Birey dünyayı kendisine
indirger. Böylece rahatlar. Kendisine yönelik
bir hayranlık telafi edici olmakla birlikte yeni
bir rahatsızlığa götürür bireyi. Bu da, aşağılık
duygusudur. Bu duygu, kıskançlığı besleyen
bir kaynaktır. Böylece, ruhsal dünyamızda
birbirini etkileyen zıtlıklar ortaya çıkar.
Bu zıtlıklar birbirini besler. Yaşamın böyle
olduğuna ilişkin ön yargılar oluşur. Kendine
hayranlıkla, eksiklenme duyguları zıt ama
simetrik değildir. Simetrik olsaydı aralarında
çatışma olmazdı. Asimetrik yapılanma, çatış-
mayı doğurur. Bu duygu çatışmasında mizaç
örülür. Mizaç bireyin ruhsal resmidir. Böyle
olunca, bu konuda kendisine yönelen eleşti-
rilere direnç gösterir. Kendisini çözümlemeye
yönelik tepkiler ya da abartılı hayranlıklar
oluşur. Bunlar aktarımlardır. İnsanı anlamak,
bu direnç ve aktarımların çözümlenmesine
çalışıldığı sahnede oynanır. Bu harika oyunun
adı psikanalizdir.
Anne ve babalarımızın çocuklarını
abartarak sevmesi, onları, diğer yaşıtlarına
göre üstün görmeleri ve tüm bunları çocuk-
larına hissettirmeleri narsizmin temellerini atmaz
mı? Aşkın ızdıraba dönüşmesi, narsist duyguların
asimetrik zıtlağından kaynaklanmaz mı? Aşık olan
bireyde baskılanan narsist duygular, kendisini aşık
olduğu kişiye indirgemesine neden olur. Böylece,
aşkın bir aktarım olduğuna ilişkin ipuçları ele geçer.
Izdırabından kurtulmak için aşk, toplumsal olarak
yüceltilir. Aşık olana bir destek oluşur. Böylece, aşk
tartışılmaz bir ezber olmaya devam eder. Özgüveni
ele alalım biraz da. Sözcük olarak çok şanslı. Herke-
sin tartışmasız sevdiği bir kelime. Sağlam bir ezber.
Özgüvenin özellikle çocuklarda, narsist duyguların
öne çıkacağını neden düşünmeyiz? Kendisine
yönelik yapay bir güven baskısının güzel bir resmi,
çocukların aynanın önünde saçlarını düzeltirken
sahneye çıkan yüz mimikleridir. Öğretmen ve öğ-
renci arasındaki uçurumlar, narsizmin bahçesinden
gelen nergis çiçekleriyle süslü değil midir?
Psikanalizin özellikle öğretim süreçlerinde ele
alınmasında büyük yarar vardır. Özgüvenin yerine
insanın kendisini tanımaya çalışması, kendine özgü
doğal özelliklerinin farkına varması, bu farkındalık
içinde kendisini sorgulayabilmesi zor ama harika
bir edimdir...
Yalnızlığa Dair...
Gündelik yaşam çok çabuk geçiyor. İnsan,
güneşin doğuşu ile batışı arasında geçen zamanın
kısalığından şikayetçi. Akıp gittiği sanılan
dakikaların cenderesinde sıkışan ruhların bir çığlığı
gibi. Güneşin batışını, devinen yaşamın göreli
zamanında yarınlara taşıyor. Geçen saniyeler her
bireyde farklı seyrediyor. Peki, şikayetler neden
ortak? Neden aynı kapıya çıkan serzenişler bunlar?
Farklılık, görece olanın içinde mi eriyor? İzafiyet,
farklı yaşam öykülerini neden ortak kılıyor? Bu
sorulara, verilecek yanıtların tümü korkarım yine
göreceli, yine izafi olacak.
Görecelik, her bireyin farklı oluşunda bir
renktir. Ancak, her bireyin farklılığını ortak kılan
ise egodur. Ego, gerçekliğin simgeselliğe koşan
yolun tam ortasında. Bir aynaya bakışın ilk anı gibi.
Birey aynadan bakarak kendisinin farkına varır.
Yanılsanmış bir farkındalıktır bu. Koşup koşarak
ulaşılamayan bir imge. Ulaşılamadığı için de yal-
nızlık bulutları doluşur egonun çevresinde. Ego asla
yalnız değildir. Fakat, kendisini hep yalnız hisseder.
Bu his bir sanıştır. Zannedilenin içinde yanılsanmış
bir ruh vardır.
Doğuşun kaynağındaki gerçeklik ve doğal
olan olgusallık, kültürün bezediği yaşama karışır.
Aynadan bakışın imgesinde egonun yolu açılır. İm-
geselden simgesele geçiştir bu. Ego, öteki egolarla
paylaşır gününü. Öteki var olduğu için ego vardır.
Birey, kişiselliğini öteki üzerinden tanımlar. Bilerek
yaptığı bir şey değildir bu. Bilinç dışının diliyle olu-
şan bir tasarımdır açıkçası. Birey, yanılsanmışlığın
içinde yine ötekinin kilometre taşında yalnızlaşır.
Öyle bir duygulanımdır bu. Görece farklı egoların
ortak kültürüdür yalnızlık. Aynı kapıya çıkan serze-
nişlerin haykırışları yankılanır benliğimizde. Geçen
zamanın izafi boyutunda her birey, tüm ötekilerle
bir ideolojiyi paylaşır. Yapıçözüme ulaştıramadığı
yalnızlık kültüründe ideolojisini kurar. Bilinç dışının
dilinde yapılanan bu duygu, ortak bir olgunun
doğuşuna tanıklık eder.
Simgelerle çevrilidir etrafımız. Gösterilenler
sahnededir her daim. Yalnızlık bir gösterilendir.
Kültürün işaret ettiği bir gösterilen. Kültür de
doğaya yabancılaşmanın bir gösterilenidir aslında.
Sabit olmayan, devinen bir gösteren-gösterilen
ilişkisi. Karşılıklı bir etkileşim içinde yalnızlığın at-
kısı örülür. Bu atkıda farklılık ve çeşitlilik vardır. Her
yalnızlığın bir öyküsü yazılır. Her bireyde yalnızlık
kendi şiirinde yaşar. Tüm ilişkilerde zorunluluk ve
görevdir birlikte olduğunu yalnız bırakmamak. Bir
erdeme işaret eder bu durum. Yalnızlığı yaşatma-
mak bir vazifeye dönüşür. Hesap sorulan ve verilen
ya da verilmesi istenen bir yaşam tarzı inşa edilir.
Yalnızlığın ve tekilliğin doğal yapısından, sim-
geselliğin kurduğu yaşama adım atar her bebek.
Büyümek, aynada gördüğü imgesinden yola çık-
maktır. Aynada kendisini gören ego, simgeselliğin
karmaşık renk tayflarında ötekinin ya da ötekilerin
anımsattığı yalnızlıkla tanışır. Annesinden kopuşun
ansal darbesinde yalnızlığın tohumları ekilir.
Bilinç dışının dilini çözmek varılamayan bir
duraktır. Bilinç dışının yapıçözümüne başvurmak
ezberleri tartışmaya açmaktır. Yapıçözüm bir sürece
tekabül eder. Bilinç dışının dilini konuşuruz hep.
Ama bilmeden, farkında olmadan. Yalnızlık üze-
rinden nice kaygı ve baskıyı yaşar insanlar. Çünkü,
kullandığı o dilin farkında değildir. Kaygının, özgür-
lüğün baş dönmesi olduğunu hatırlarsak eğer, bir
kültür olarak yalnızlığın ve yanılsanmış duygula-
nımların farkındalığına kürek çekmek ne hoş olur
değil mi? Kürekler kısmen boşuna çekilse de...
Kutular ve Sayıların
Gizemi
Çokluğu algılamakla, çokluğa anlam vermek
farklı renkte zihinsel süreçlerdir. Buna rağmen,
zihnin bütünsel rengi içinde birlikte ve karşılıklı
etkileşerek durur. Anlam vermek yaşama ilişkindir.
Yaşama ilişkin olması, kültüre bağlı olduğunu
gösterir. Çokluk ve hiçliği algılamak var oluşu-
muzla ilgilidir. Ancak, çokluğu saymak kültürel bir
edimdir. Sayı kavramı, kültürel bir üründür. Sayı
kavramı, zihnimizin bir buluşudur. Çokluğu algıla-
makla saymaya başlamak ortak olmasına rağmen
ilki matematiksel yetilerimizi diğeri ise bu yetiler
yardımı ile kurulan matematiksel sistemi gösterir.
İnsanın sayılarla ilişkisi tarih kadar eskidir.
Sayılar etrafımızdaki çokluğa bir anlam verir. Bunun
yanında, ilginç bir veçheye de sahiptir bence. Şöyle
ki: Etrafımızdaki çokluk sürekli bir değişim içindedir.
Sayı algısıyla, değişimin farkındalığını oluştururuz.
Psikanalitik olarak ele aldığımızda, geçmiş, şimdi
ve gelecek, sayılara çok yer verir. Böylesi bir yer alış,
sayıların gizemli kılınmasına neden olur. Astrolojinin
temel çıkış noktası bu değil midir? Doğa ve yaşamda
sürekli bir dönemsellik vardır. Dönemsellik, belirli
zaman aralıklarında bir yinelenme demektir. Doğum
günü örneğin... Belirli bir ayın belirli bir günü, sayı
ile özdeşleşir. Birey sayıya indirgenir. Yoğun ama sığ
bir anlayışla, narsistik bir gizem içinde sayı öne çıkar.
Kutlanan her edimin, sayılarla ilgisi vardır. Evrende,
kaotik de olsa, dönemselliği bozan sapmalar da bu-
lunsa, dönemsellik insan yaşamının kısa örgüsünde
düzeni anıştırır. Bilmem kaçıncı ayın kaçıncı günü,
dönemsel olarak yeniden uğrar yaşamımıza. O sayı
ile arz-ı endam eder yılın bir durağında.“Doğum
günün kutlu olsun...”ifadesi dönemselin içinde gizli
ve de gizemli bir işleyişin kutsallığının kabulüdür.
Doğum gününü kutlamayan bir yakına ya da bir
arkadaşa serzenişte bulunmanın psikanalizcesi
varlığına gösterilmeyen saygıdır. Ölüm korkusuna
alınan ruhsal önlemlerin ve de telafi edici tasarım-
ların es geçildiği anlamına gelir bu saygısızlık, bu
saymamazlık.
Dönemsellik sürecinde mevsimlerin, hasatların,
yağmurların karşılandığı duraklar ve geçmişi
yeniden üreten ritüellerin belirli günleri vardır.
Yaşamı tasavvur etmek, var kalmak için yapılagelen
tasarımlarının üretilmesinde bu kültürel ve ideolojik
yapı taşlarına rastlarız. Tasarım bir öngörüdür. Yaşa-
ma çizilen sınır ve özgürlüktür. Beklentiler, uğurlar,
hissiyatlar içinde yakalandığı varsayılan kader
çizgileri... Bu satırlar okunurken eski zamanlardan
söz ettiğim sanılabilir.“Ol mahiler ki, derya içredirler,
deryayı bilmezler...”olduğumuz için kendimizi bu
sayılar denizinden vareste tutabiliriz. Ama öyle değil
tabii ki. Sayıların egemen olduğu birçok yarışma
var gündeme damgasını vuran. Yöneteni, oyuna
katılanı, yarışanı, içinden ve dışından izleyeniyle bir
ritüel. Yaşandığı sürenin dışında, gündelik yaşamda
da tartışması devam eden bir süreç. Kutudan çıkacak
sayının, kutu sahibini doğrudan sorumlu tuttuğu bir
ortam. Kutusundan“küçük”çıkanın kendisini uğurlu
atmosferin dingin gururu ile öne çıkarırken,“büyük”
çıkaran, kötü ruhun lanetlediği bir duygulanım
içinde sinerek özür diler duruma düşebiliyor. Büyük
sayıyı şeytandan kaçırabilen ile şeytana uyup büyük
sayının ateşinde arkadaşını yakanlar ayinin sürük-
leyici senaryosunda rol alıyorlar. Sayı fetişizminin
ilginç örneklerinden birisi. Sayıların gizeminde
saklı bir fetişizm. Kutudan çıkacak sayı, sayarak
karşılanıyor. Uzay araçlarının fırlatılmasında geriye
yapılan sayım gibi... hangi sayıdan geriye sayılacak
olması da bir uğur meselesi. İstatiktiksel bir birikime
de sahne oluyor bu ritüel... Geriye sayımda başlanan
sayıya bağlı olarak kaç kez küçük çıktığına ilişkin
bir muhasebe. Bu kaba ve ham istatistikle gelecek
okunmaya çalışılıyor. Doğrusal bir regresyon ile veciz
tahminlerin havada uçuştuğu güzide bir sahne. Ne-
den geriye sayılıyor acaba? Sayı, kutudan doğuyor.
Kutu, anaç. Sayıyı doğuruyor. Kutu sayı fetişizminin
taşıyıcısı. Ana metaforu yerinde. Sıfıra doğru geriye
sayım doğumun metaforu. Sürecin sonuna geliş
bu. Sıfırda sonlanan süreç, sayıyı dünyaya getiriyor.
Çıkan sayı, hayırlı bir evlat da olabiliyor hayırsız biri
de. Ritüeli yöneten bireye olan derin hayranlık...
Freud’un“Totem ve Tabu”sunu anımsamamak
olanaksız. Kritik bir anda açılacak kutunun etrafında
kenetlenen insanlar yaşanabilecek bir heyecan
doruğuna sinerji yaratıyor.
Sayıların gizeminde somutlaşan bir fetişizmi
besleyen diğer bir fetiş de para. Fetişin, Türkçesi
çok yerinde bir sözcük. Tapınç…Araçsal kültürün
en güçlü tapıncı, para. Sayı ve para uyumlu bir çift.
Sayıdaki gizemle paradaki güç iyi bir ikili. Etkin bir
ideoloji. Paraya ulaşmanın yolunda sayıya duyulan
saygı, sayıları fetişleştiriyor. Batıl olan her ölçütle
zenginlik kazanıyor. Zihinleri paralize eden bir uğur-
kader ortaklığında gerçekleşen bir ritüel. Sayının
metalaştırdığı zihinler, paranın cazibesi ile yoğun bir
heyecan geçirmekte. Sayının karşısında yabancı-
laşan düşünsel süreçler, sayıların gizemli dünya-
sında“bilgin”kesilebiliyorlar. Varlığımız paranın
araçsallığında şeyleşebiliyor. Bu sürükleyici oyunda,
para eşittir sayı, sayı eşittir gizem, gizem eşittir
itaat, itaat eşittir yabancılaşma, yabancılaşma eşittir
şeyleşme, şeyleşme eşittir para…Kısır döngünün,
uğur makinasının lunaparkına dönmüş duygular,
umutlar, yabansıl gurur tabloları. Mükemmel bir
senaryo…Ortak kaderin yanılsanmış dayanışma-
sında ortak istek ve hedeflerin kutuların doğumuna
olumlu bir etki yapacağına derin bir inanç. Bu ruhsal
durum sevgi metaforuna saplanıp kalıyor. Herkes
birbirini çok seviyor. Canını arkadaşları için vereceği-
ni belirten ifadeler ortalıkta uçuşuyor. Sevgi devreye
girince, kutsal aile tabloları da duvarları süslüyor.
Paraya tapan bir sayısallığın içinde küçücük çocuklar,
yakınlarının küçük bir sayı hırsının motoruyla
kürsülere tırmandıklarına tanık olabiliyor. Bu hırsın
beslendiği metalaşmış yaşamın şeyleşen sayıların
ağırlığında çocuklar da nasibini alıyor. İnsanı borçlu
kılan sevgi sorunsalında sayılara umut bağlayan
ve böylelikle şeyleşen ruhlar, paranın iktidarında
yarışıyorlar. Ne diyelim,“başarı dileklerimle…”
1...,56-57,58-59,60-61,62-63,64-65,66-67,68-69,70-71,72-73,74-75 78-79,80-81,82-83,84-85,86-87,88
Powered by FlippingBook