Egeden 8. Sayı - page 64-65

63
62
BAHAR 2011
sanayici olmak için herhangi bir çaba harcamamıştı.
Bumeslek ona, büyük ikramiye gibi gelmiş, kucağına
düşüvermişti. Babamın çocukluğunda, o yıllarda küçük
bir nahiye olan Bornova’da (1930’ların ortaları), henüz
bir duvar gazetesi bile yoktu ama fısıltı gazetesi, her
devirde olduğu gibi etkili bir haber yayma aracıydı.
Hepsi yabancı uyruklu zengin tüccarlara ve sanayicilere
ait olan köşklerde hizmet eden yoksul göçmenler,
Kızılay Mahallesi’nde oturuyorlardı. Kadınlar köşklerin
iç hizmetlerinde aşçı, garson, kamarot ve temizlik
görevlisi olarak çalışıyorlardı. Erkeklerse dış hizmetleri
görüyorlardı. Onlar şoför, bahçıvan ya da bekçiydiler. En
az birkaç dönümbahçe içindeki bumuhteşem konut-
larda çalışmak bir ayrıcalıktı. Çünkü Bornova’da işveren,
parmakla sayılacak kadar azdı.
Sonuç olarak herkes, büyük patron Giraud’nun,
yoksul birTürk’le evlendiğini duydu. Üstelik bu kadın
Müslüman’dı. Görülmüş şey değildi. Giraud, birkaç
yüzyıl önce İzmir’e gelip yerleşmiş saygın, köklü ve
varlıklı bir Levanten ailenin son reisiydi. Fransız asıllıydı
ama soy ağacında İngiliz kanı da vardı.“Levanten”, Avru-
palıların birbirleriyle, bazen de Anadolu Ortodokslarıyla
(Rumlarla) yaptıkları evliliklerden doğan çocuklara
verilen bir sıfattı. Belki de bu nedenle, aynı köşkte birkaç
dil (İngilizce,Yunanca, İtalyanca, Fransızca, Almanca)
birden konuşulabilirdi. Giritli göçmenlerin Levanten
evlerinde iş bulmaları, bu nedenle çok kolay oluyordu.
ÇünküYunanca konuşabiliyorlardı.
Son yüzyılın OsmanlıTürkiye’sinde asıl efendiler,
Levantenlerdi. Devlet yönetiminde görev almıyorlar,
askerlik yapmıyorlar, hatta kapitülasyonlar yüzünden
vergi bile ödemiyorlardı.Tam 400 yıldır, Chios’u (Sakız
Adası’nı) geçiş noktası olarak kullanıp İzmir’e geliyorlar;
kendi ülkelerindeki mimari tarzlarına uygun görkemli
konaklar, köşkler yapıp yerleşiyorlardı. Bankacılık
onların elindeydi; devlet yöneticilerine kredi vermeyi
reddettikleri bile oluyordu. İthalat, ihracat yapıyorlar;
ticareti, deniz ulaşımını, sanayi tesislerini ellerinde
bulunduruyorlardı. En son gelişmeleri onlar biliyorlardı,
çünkü eğitimliydiler. Spor tesisleri kuruyorlar, tiyatroya,
sinemaya gidiyorlar, kendi evlerinde birer kütüphaneye
sahip olabiliyorlardı.Yeraltı kaynaklarımızı bile onlar
buluyor; tarımda, mimarlıkta, akla gelebilecek her alan-
da kalıcı eserler ortaya koyuyorlardı. Içlerinden biri, bir
padişahı konağında ağırlıyordu. Bir diğeri, İzmirValisinin
de katıldığı baloda, önemli konukları eğlendiriyordu.
Aralarında Osmanlı’nın“Amirallik”rütbesine layık gör-
düğü kişiler bile vardı. Her şeyden önce“Patron” dular,
işverendiler. Sonu gelmez savaşlar yüzünden eğitimsiz
ve becerisiz kalmışTürkler için ekmek kapısı yaratıyor-
lardı. Saygı görmeyi hak ediyorlardı. Nitekim İzmir’de
birkaç zenginTürk vardı ama onlar da“Tilkilik”denen
semte sıkışmış kalmışlardı: Evliyazadeler, Fesçizadeler
(annemin dedesi) gibi adlarla anılıyorlardı.Türklerin
ticaret yapması, Levantenlerden destek almalarına
bağlıydı. Ülkenin asıl efendileriTürkler değil, Levanten
işadamlarıydı. Her biri birer beyefendi görünümündey-
di. Ancak aralarından bazıları işgal güçlerini gizlice ya
da açıkça desteklediler, güya sermayelerini korudular.
İzmir’in kurtuluşunda, Ermeni çetelerin çıkardığı yangın-
da onlar da tüm servetlerini yitirip kaçtılar.
Cumhuriyet’in ilanından sonra İzmir’de kalan Le-
vanten sayısı oldukça azalmıştı.Türklerle evlenmedikleri
için kimliklerini koruyorlar ve asimile olmuyorlardı. Ama
sonunda kural bozuldu. Hemde ne bozulma. Hayriye,
Giraud Ailesi’ne gelin geldi (Öndeş, 2010, s. 7-12, 299).
Bunu, herkes yadırgadı.
Babamın çocukluğunda Bornova’da yaşayan pek
çok Levanten aileden en ünlüleri şunlardı:Whittall,
Aliberti, Aliotti, Arcas, Baltazzi, Bragiotti, Febes, Pellegri-
ni, Pennetti, Sponza ve Giraud. Çoğu Ege Üniversitesi
Rektörlüğü tarafından restore edilen Levanten Köşkleri,
bugün bile eski görkemli yıllarını anlatabilmektedir.
Yoksul göçmen kızı Hayriye, böyle bir köşkün hanımı ol-
mayı, rüyasında bile göremezdi. Üstelik, yerli bile değildi
ama Öndeş (2010), Hayriye’ye ilişkin en ufak bir bilgi
vermemiş. Levantenler’inTürkler’le evlenmeme kuralını
yıkıp asimile olmalarının önündeki engeli aşan ilk kadın
olması bakımındanTatar Hayriye’nin tarihi bir kimlik
olduğunu kabul etmek ve onu tanımak gerekir. Üstelik
evlendiği adam, acemi bir delikanlı değil, çapkınlık-
larıyla ünlü (Öndeş, 2010, s. 239), deneyimli, varlıklı
ve kültürlü bir adamdır. İzmir’in en köklü Hıristiyan
ailelerinden birinin son reisidir. Oğulları, fabrikalarını
yönetmektedir. Atatürk, bir Giraud yatında dolaşarak,
Ilıcadaki yalısında kalarak bu aileyi onurlandırmıştır.
(Egeden,Yıl:2, Sayı:1,Yaz 2010, s.37)
Kimse nedenini tam olarak çözemese bile,
Giraud’nun kendisinden 20 yaş küçük ve avantajsız
bir kadınla evlenmeyi -gerçekten- istediği çok açıktır.
Hayriye’nin her arzusunu yerine getirmektedir. Önce
çocuklarının annesinden boşanmış, sonra din değiştirip
Müslüman olmuştur. Sünnet olmayı bile kabul etmiştir.
Bu olay, (ilk ve son olarak) Levanten tarihine geçmiştir.
Büyük bir aşk mı, tutkumu, yoksa samimi bir inanç ve
din değişikliği midir, anlaşılamamıştır.
Giraud Köşkü’nün yeni hanımı, artık Hayriye imiş.
Bir yıl sonra Edmund Giraud, nur topu gibi bir oğula
sahip olmuş. Hayriye Hanım, evinde olduğu kadar
fabrikaların yönetiminde de söz sahibiymiş. Eşiyle, sanki
arkadaşmış gibi şakalaştığı konuşulmaktaymış. Belli
ki mutluymuşlar. Hayriye oğlunu“Osman”, ağabeyleri
ise“Osmond”olarak çağırırmış. Osman, babamdan üç
sınıf altta ama aynı okulda okuyormuş. Bazı günler, gri
bir Ford otomobilin arkasında oturan Hayriye Hanım,
oğlunu almak için Kars İlkokulu’nun kapısına gelip
beklermiş. Bazı günlerde de arabasından inip sağa
sola emirler verirmiş. Babamın çocukluğunda, pek az
özel araç olduğundan“Gri Ford”unutulmazmış. Üstelik
sürücüsü Kızılay Mahallesi’nde oturuyormuş: Arnavut
Hasan. Zamanın Başbakanı Adnan Menderes, 1955’te
Ege Üniversitesi’nin açılışını yapmaya geldiğinde,
Giraud Köşkü’nde kalarak bu aileyi onurlandırmıştır.
Zaten Bornova’da, o tarihte, bir tek otel bile yoktur.
Bornova’nın en varlıklı ailesi olarak bu görevin
Giraud’dan beklendiği açıktır. Hayriye Hanım’ın ev sahi-
besi olarak başarılı olduğu, uzun süre konuşulmuştur.
Hayriye Hanım’ınmutluluğu ne yazık ki uzun sür-
memiş; çok sevdiği eşini, 1963 yılında toprağa vermiştir.
Ancak Edmund H.Giraud’u seven sadece o değildir.
Adamın ilk eşinden olan Giraudlar, Osman’ın ağabeyleri,
baba Giraud için kilisede de dini tören yapmada ısrarcı
olmuşlar ve bunu gerçekleştirmişlerdi. Ancak eşini Müs-
lümanmezarlığında toprağa vermeden önce Hayriye
Hanım, camideki bütün dini vecibeleri yerine getirmişti.
Kadıncağız, bu dünyada olduğu gibi öteki dünyada
da eşini yanında istiyordu. Nitekimbirkaç yıl sonra
Hayriye Hanımda gözlerini yumdu. Hiçbir engel onları
ayıramadı: Hayriye Hanım, eşine daima sahip çıktı. O, ne
istediğini bilen ve elde eden güçlü bir kadındı.
Şark Sanayi, Alsancak’ta; Pamuk Mensucat, Hal-
kapınar Deresi’nin kıyısındaydı (şimdiki Gıda Çarşısının
yanı). Kızılay Mahallesi sakinleri, Pamuk Mensucat’ta
çalışırdı. Gülcemal Hanım, MustafaTopçubaşı, Recep
Dağdeviren, Halihuti Hüseyin, Şükrü Bora, Kuko Hasan,
Kamber Acar ve AmcamHaydar Demir, babamın ilk
aklına gelen isimlerdi. Şef Mehmet Özkasap’tı. Haydar
Demir ile Kamber Acar, sendika temsilcileriydiler. Ne
yazık ki Edmund M. Giraud’un ölümünden sonra, fabrika
yönetiminde aşılmaz sorunlar başlamış olmalı; işçiler
tensikata uğradı (işten çıkarma). Herkes başının çaresine
bakmak zorunda kaldı. Kimisi bakkal dükkanı, kimisi
kahve açtı. AmcamHaydar, Bornova Belediyesi’nde
çalışmaya başladı: Ambar Ayniyat Muhasibi oldu.
Düzen bozuldu, Hayriye Hanım’ın gücü bile fabrikaları
kurtarmaya yetmedi. Pamuk Mensucat’ı, Kula Mensucat
satın aldı.
B
ugünkü gazetelerden birinde (Habertürk,
s.6, 4 Ocak 2011),“Kadınsın dediler, kredi
vermediler”başlıklı bir haber okudum. Borno-
va SosyalYardımlaşmaVakfına,“İş kurma kredisi”için
başvuran 45 yaşındaki bir kadının talebi, şu yanıtla
reddedilmiş: “Kadınlar kafeterya açamaz. Siz de kadın
olduğunuz için kredi talebiniz kabul edilmedi.”
Haberin altında,“ özrü kabahatinden büyük”
bir dolu açıklama verilmiş ama ne çare? Belli ki tarih
öncesinden bu yana, Kibele’den Afrodite’ye, Asena’dan
Athena’ya, MeryemAna’ya kadar birçok kadına tapın-
dıklarını erkek cinsi çoktan unutmuş ya da unutmaya
çalışmaktadır. Biz onları ne kadar zayıf- naif, ne kadar
hassas ve kırılgan da görsek, dünyalarımızınmerkezinde
yine de kadınlarımız yaşar. Üstelik bizi ve çocuklarını
koruyup kollamak amacıyla, gerekirse aslan gibi, kaplan
gibi saldırıp, karşılarındaki kim olursa olsun, tırnakla-
rıyla, emekleriyle, alınterleriyle tuttuklarını koparırlar;
hakettiklerini alırlar; zalimin zulmünden korkmazlar.
Bornova’da, bu kadınlardan birçok örnek vardır herhal-
de. Ama ben size, babamdan sıklıkla dinlediğim, Borno-
va tarihinin en ünlü iki güçlü kadınından söz edeceğim.
Beğenirsiniz ya da beğenmezsiniz, ikisi de tuttuğunu
koparan, ailelerini besleyip kollayan, hiçbir adama sırtını
dayamayan, kendilerine iyi kötü birer meslek edinmiş,
ekmeğini taştan çıkaran kadınlardı. Öylesine güçlü ve
öylesine kararlıydılar ki, eşleri iri kıyım, işsiz, yoksul ya
da çok varlıklı ve güçlü olsalar bile, her zaman öne atılan
onlar olurlardı.
Bornova’nın bu şanlı kadınlarının biri aşçı, öteki
fabrikatördü. Ne kişilikleri, ne aile yapıları ve ne de
sosyal durumları birbirine tıpatıp benzerdi. Ancak her
iki de eşlerine ve çocuklarına düşkündüler. Kendi işlerini
kendileri edinmiş: sosyal yaşamda aranan birer isim
olmuşlardı. Ekonomik durumları giderek güçleniyor,
yoksullukla mücadelede eşlerinden daha cesur
davranıyorlardı. En belirgin özellikleri, yerleşik düzene
kafa tutabilmeleriydi. Her biri, birer militan gibi savaşıp
hakkını söke söke alabiliyordu. Bunlardan biri Aşçı
Zehra, diğeri Sanayici Hayriye idi.
Aşçı Zehra, üç yaşından beri anasız babasız
büyümüş, analığı tarafından köle gibi çalıştırılmış ama
genç kızlığa adım atmak üzereyken şansı gülmüş ve
kendisini, MuğlaValisi Müştak Beyin sevgili eşi Dilgişat
Hanımın Mutfağında buluvermiş (Attar, Bornovalı,
2009, İzmir: Ege Üniversitesi Kütüphanesi). Aşçı yamağı
olarak girdiği evden, meslek sahibi bir genç kız olarak
Kadri Çavuş ile evlenip çıkmış. Beş çocuk doğurmuş
ama gelin geldiği evi ve iki bebesini selde yitirmiş. Hiç
yılmamış, Kızılay’ın verdiği destekle kendisine yeni bir
ev kurmuş. Eşi, iki metre boyunda dev gibi bir adammış
Aşçı Zehra – Sanayici Hayriye
Bornova’nın güçlü kadınları
ama savaş yorgunuymuş. Zaten kişilik bakımından da
öyle civa gibi yerinden fırlayan biri değilmiş. Evinin ek-
meğini temin etmek için gündelikçi olarak çalışıyor ama
karaborsacılara karşı savaş açmayı, aklının ucuna bile
getirmiyormuş. Onlar kravatlı, temiz- pak adamlarmış:
üstelik iktidardaki tek partiyi destekliyor görünüyorlar-
mış. Kurtuluş Savaşı Gazisi Kadri Çavuş, hakkını almak
için bile olsa Milli Şefe karşı gelmek istemiyormuş. Zaten
onun gibi bir baldırı çıplağa kim kulak verirmiş? Zehra
susup oturacak, kaderine razı olacak bir kadın değilmiş.
Çocuklarını giydirip okula gönderebilmek , donlarını-
gömleklerini dikebilmek için Amerikan bezine şiddetle
ihtiyacı varmış ama elindeki karnesiyle girdiği kuyrukta,
ne zaman sıra ona gelse, manifaturacı ellerini yana
açıyor ve“bitti”diyormuş.
Savaş yıllarında yalnızca un değil, bildiğiniz
Amerikan bezi bile karaborsaya düşmüştü. Her şey
karneye bağlanmıştı. Gaz, şeker, ekmek, ilaç karaborsa-
daydı. Ama parası olan, hemen her şeyi bulabiliyordu.
Memurlar, gereksinimlerini kendi iş yerlerinden
alabiliyordu. Halka karne veriliyor, gerek duydukları
her ne ise ve eğer kalmış ise ihtiyaçları karşılanmaya
çalışılıyordu. Zehra Ana, elinde karnesi olduğu halde,
bir türlü Amerikan Bezi alamadı; gitti geldi, gitti geldi
ve sonunda yaygarayı bastı. Çocukları okula çıplak mı
gönderecekti? Arkasında uzayıp giden kuyruğa baktı ve
doğru Nahiye Müdürüne gitti. (Attar, Bornovalı, 2009,
s.8O). O yıllarda Bornova, henüz küçük bir nahiye idi.
Ancak her yerde olduğu gibi halk, Bornova’da Nahiye
Müdüründen, Jandarma Komutanından, polisten, hatta
öğretmenden bile çekinirdi. Zehra’nın tepesi öylesine
atmıştı ki, korkup çekinmek aklının ucuna bile gelmedi.
Nahiye Müdürü sanki babasının oğluydu, daldı içeri.
Odacı arkasından bakakaldı. AksanlıTürkçesiyle, açtı
ağzını, yumdu gözünü:
-”Sen, ZiyaTekin’le ortak çalışıyorsun? Nah işte
karnemburda. GünaydınTecimevi denenmanifaturacı-
da kuyruğa giriyom.Tam sıra bana geliyo, bez bitiyo. Siz
beni aptal sanıyo?Ver benimbezimi, yoksa, seni de onu
da gazatalara çıkaracam.
Nahiye Müdürü dondu kaldı. O sırada odasında
bulunan hatırlı konuklarıyla göz göze geldi.Tepesi
atmış bu göçmen kadında cahil cesareti vardı. Gerçi
kamuoyundaki yaygın söylenti, karaborsacılığın devlet
görevlileri eliyle güçlendiği yolundaydı. Nahiye Müdürü
de bu söylentileri duymuş olmalıydı. Artık günahı
boynuna, ya başı derde girsin istemedi ya da vatandaşa
yardımcı olmak istedi.Tek soru sormadan bir not yazıp
Zehra’ya uzattı: “Bunu ZiyaTekin’e ver, ihtiyacın kadar
bezi versin sana.”
“Zor, fırın deldirir”derler: Zehra aynı hızla
GünaydınTecimevi’ne ulaştı. Bu kez kuyruğa girmeden
alışverişini bitirdi. Ah, keşke bu dünyaya erkek olarak
gelseydi. Bak o zaman, bu karaborsacıların hepsini
yaptıklarına pişman ediyor muydu, etmiyor muydu?
Aşçı Zehra, ekmeğini taştan çıkaran bir kadındı.
Boş oturduğu görülmüş şey değildi. İşsizliğin, yokluğun
kol gezdiği zor yıllarda bile, ailesini doyurmanın bir
yolunu bulurdu. Elinde birkaç torbayla sokağa çıkar,
mevsimine göre çeşit çeşit ot toplayıp eli- kolu dolu
eve dönerdi. Birini haşlayıp salata yapar, birini kavurup
üzerine yumurta kırar, diğerini de eğer elinde biraz
un varsa böreğe katardı. O yıl hastalık vurmamışsa,
bahçesinde mutlaka birkaç tavuğu yemlenir, her gün
folluktan birkaç yumurta alınırdı. Ancak özellikle çocuk-
ları küçükken, onları nadiren günde üç öğün besleme
şansına sahip olabilirdi. Hele sabah kahvaltısının adı
bile bilinmezdi. Çünkü Aşçı Zehra, asla işsiz kalmaz; kör
karanlıkta, Alliottiler’in alışverişini yapmak üzere çarşıya
çıkardı. Çarşı esnafı, onun pazarlık etmeyeceğini bildiği
için saygıda kusur etmez, onu görür görmez“buyur ana”
diye selamlardı. Aynı saygıyı Alliotti Ailesi de gösterdiği
için, onları kendi ailesi gibi benimsemişti. Aliberti, iki
misli haftalık önerdiği halde, onun aşçısı olmayı red-
detti:“Ben burada rahatım, Alliotti’yi bırakmam, bana
ana diyor”dedi. Nitekim yıllar sonra Alliotti, Zehra’nın
en küçük oğlunun da patronu olacak ve ona alışveriş
yapmanın kurallarını öğretecekti.
Aşçı Zehra, gençliğinde de yaşlılığında da kimseye
boyun eğmeyen güçlü bir kadındı. Kızılay Mahallesinde
iş arayan kadınlara aşçılık mesleğini öğretir, sonra
da onların her birine Bornova’nın varlıklı ailelerinin
evlerinde iş bulurdu.Yaşlandığı zaman ise mahallenin
yetim kızlarına çeyiz ısmarlar, ödemeyi ise artık varlıklı
bir işadamı olan oğluna yaptırırdı:“Falancanın kızı evle-
niyor. Ona yatak yorgan ısmarlamıştım.Yarın ödemeyi
yap da kız eşyalarını yerleştirsin”derdi.Yaptığı yemeğin
tadına doyum olmazdı. Onu iyi tanıyorum, babamgibi
ben de onunla gurur duyuyorum. Çünkü Aşçı Zehra
benim“babaannemdi”Torunları, torunlarının çocukları,
bir ordu gibi Bornova’da yaşıyorlar.
Sanayici Hayriye, babamın Bornova’da tanıdığı
en güçlü kadınlardan biridir ama diğerlerine benzer
fazla bir yönü yoktur. Ataları Girit’ten değil, Orta
Asya’dan göç etmek zorunda bırakılmıştır. Çekik
gözleri nedeniyle Bornova’da hep“Tatar Hayriye”olarak
anılmıştır. Bornova’nın içinde, Kızılay Mahallesi’nde
değil, Bornova’nın çok dışındaki büyük bir av köşkünün
müştemilatında, basit bir bekçi kulübesinde, köşkün
bahçıvanı olan yakınıyla birlikte yaşamıştır. Aşçılık
Zehra’nın kendi seçtiği ve iddialı olduğu, az kazansa
da başarıyla sürdürdüğümesleği idi. Oysa Hayriye,
Adalet DEMİR
BABAMDAN DİNLEDİKLERİM
1...,44-45,46-47,48-49,50-51,52-53,54-55,56-57,58-59,60-61,62-63 66-67,68-69,70-71,72-73,74-75,76-77,78-79,80-81,82-83,84-85,...88
Powered by FlippingBook