Egeden 4. Sayı - page 46-47

44
45
BAHAR 2010
tini yukarıda tutmak ve beklentile-
rine cevap vermek için çoğu zaman
birçok oyunu fikir alışverişleriyle
değiştiriyor.
“Guguk Kuşu”, “Venedik Taciri”,
“İki Kişilik Hır Gür”, “At”, “Cyrano
de Bergerac” gibi önemli oyunları
sergileyen, ancak mezun olmuş
oyuncuların sanatsal faaliyetlerini
mezuniyet sonrasında da sürdürmek
istemesiyle kurulan Ege Sanat Atöl-
yesi (ESA) de çalışmalarına Ege Üni-
versitesi Mezunlar Derneği (EÜMED)
çatısı altında devam ediyor. ESA,
tiyatro ve müzik alanlarında farklı se-
viyelerde katılım ve destek gösteren
üyelerden oluşuyor. Eğitim-araş-
tırma çalışmaları sürecinde ortaya
çıkan üretimlerini Ege Üniversitesi,
İzmir ve tüm Türkiye’de paylaşabilece-
ği bir alan yaratmayı hedefleyen ESA,
çalışmalarını sahne sanatlarının tüm
alanlarına yaymayı hedefliyor. Bunun
yanı sıra, Ege Üniversitesi Tiyatro
Topluluğu’na tiyatro ve müzik alanın-
da kurumsal çerçevede danışmanlık
veriyor ve öğrenci kulübü ile organik
bağını sürdürmeye devam ediyor.
Her sene 27 Mart’ta yapılan prö-
miyerle yeni sezona farklı bir oyunla
başlayan EÜTT, bu yıl Mart ayında
Sermet Çağan’ın “Ayak Bacak Fabri-
kası” oyununu sergileyerek sezona
merhaba dedi. Sermet Çağan’ın 1963
yılında kaleme aldığı bu oyun, Türk
Tiyatrosu’nda toplumcu gerçekçi
akımın önemli yapıtlarından biri
sayılıyor. Birçok topluluk tarafından
sahnelenen oyun Türkiye’nin birçok
ilinde oynanmış, yurt dışında da bir-
çok ülkede sahnelenerek, diğer dillere
çevrilmiş. Oyun ilk kez 27 Mart’ta
izleyicilerle buluştu.
EÜTT üyesi Firdevs Alkan, bu yıl
bir Türk yazarı tercih etmelerinin bi-
linçli bir seçim olduğunu söylüyor ve
sözlerini şöyle sürdürüyor: “Uzun yıllar
Brecth, Dostoyevski, Shakespeare gibi
dünyaca ünlü yazarların oyunlarını
oynadık. Artık, yakın Türkiye tarihine
bakmak, onu öğrenmek ve izleyiciye
yansıtmak istedik. ‘Ayak Bacak Fabri-
kası’mekânsız ve zamansız bir oyun.
Hazırlık aşamasında dahi oldukça
heyecanlandık. Seyircilerin de bu yeni
Kola şu bilgileri veriyor: “Şenlikler
kapsamında üniversitemize konuk
olacak toplulukların başvuru-
ları Şubat’ta başlıyor, Nisan’da
bitiyor. Yıllardır birlikte çalıştığımız
üniversiteler ve özel topluluklar
var. Ancak bu yıl diğerlerinden
farklı olarak şenlik deneyimini hiç
yaşamamış yeni üniversitelerden
toplulukları konuk edip, onların
heyecanını paylaşarak bizler
de yeni deneyimler kazanmayı
düşünüyoruz. Ege Üniversitesi,
üniversiteler arasında düzenlenen
önemli bir tiyatro buluşmasına
ev sahipliği yapıyor. Bu etkinlik
için 200-300 başvuru alıyor, ancak
sadece 20-25 topluluğu okulu-
muzda ağırlayabiliyoruz. Başvuru-
ların sayısı ne kadar önemsenen bir
organizasyona ev sahipliği yaptığımı-
zın göstergesi. Bu yıl tanımadığımız,
tanımak istediğimiz topluluklarla
birlikte olmayı arzuluyoruz.”
EÜTT, Tiyatro Günleri dışında
kalan zamanlarda, başka üniversitele-
rin şenliklerinde de konuk olarak yer
alıyor. Önceki yıllarda Adana, Ankara
gibi şehirlerdeki tiyatro festivallerine
katılan, ‘İstanbul 2010 Avrupa Kültür
Başkenti’ etkinlikleri çerçevesinde
yapılan tiyatro şenliğinde Kadıköy
Haldun Taner Sahnesi gibi önemli
yerlerde oyunlarını sergileyen ekip bu
yıl bir de yurtdışı turnesine çıkmaya
hazırlanıyor.
oyunu çok seveceğini ve heyecanımı-
zı paylaşacağını düşünüyoruz.”
Bu yıl 14.sü düzenlenecek olan
EÜTT Tiyatro Şenliği 13-23 Mayıs
tarihlerinde Ankara ve İstanbul başta
olmak üzere birçok farklı üniversite-
nin ve topluluğun işbirliğiyle tiyatro
severlere keyifli günler yaşatacak.
Geçen yıl 14-24 Mayıs tarihlerinde
gerçekleştirilen Tiyatro Günleri’nde,
13 farklı üniversiteden 16 topluluk
ile 8 özel tiyatro tarafından toplam
24 farklı oyun sergilenmiş, yine bu
organizasyon kapsamında 2 atölye
çalışması gerçekleştirilmiş ve çeşitli
tiyatro seminerleri düzenlenmişti. Bu
yıl düzenlenecek Tiyatro Günleri ile
ilgili olarak topluluk üyesi Behiç Cem
Eşit ve özgür insanların müşterek yaşamı olarak
adlandırılması gereken demokratik bir toplumsallık,
herkesin koşulsuz paylaştığı ortak adalet ölçütünün
varlığına dayanır. Bu adalet ölçütü sadece hukukun
taşıması gereken normatif bir ilke değil, aynı za-
manda toplumun tüm üyelerinin taşıması gereken
bir duygu hatta bilince işaret etmelidir. Demokratik
bir biçimde birarada yaşamayı mümkün kılacak
olmazsa olmaz bir koşul olarak sunulabilecek olan
bu adalet duygusu, müşterek yaşamı paylaştığımız
herkesin eşit ve özgür olduğu bilincinden başka bir
şey değildir. O halde, müşterek yaşamı paylaştığı-
mız tüm diğerlerine yönelik davranış kılavuzumuz,
hangi türden bir toplumsallığın üyesi olduğumuzun
ya da hangi türden bir toplumsallığı tesis etmek
istediğimizin göstergesidir.
Herkesin eşit ve özgür olduğu şeklindeki bir
eylem kılavuzu, herkesin insan ve yurttaş olmak
bakımından eşit değere sahip olduğu ve bu değeri
görünür kılma gücüne sahip olduğu/olması gerek-
tiği şeklindeki bir ilkeyi içerir. Değer bakımından
eşitlik ilkesi, eşitliğin soyut bir normatif ilke olma-
sını değil, tersine değer bakımından eşit olmanın
aslında ancak denkleştirici/eşitleyici bir adalet ilkesi
olarak yönetici bir ilke olmasını buyurur. Bu, eşitlik
değil eşitlemenin demokratik bir toplumsallığın
kılavuzu olması gerektiği anlamına gelir. Çünkü,
“herkes eşittir”demenin, eşitsizliği görünmez
kıldığını biliyoruz. Bu türden bir soyutlama, gerçek
ve dezavantajlı varoluş tarzlarını kavramın dışında
bırakır. Gerçekten herkesi kapsayacak bir ilke, her
türlü farklılığın ve hatta dezavantajın farkında ola-
rak tesis edilmesi gereken bir ilkedir ve bu nedenle
eşit olunduğu varsayımından değil, tersine eşitsiz-
liklerin olduğu farkındalığından hareket edilmelidir.
Böylece, adaletin temel içeriği olan eşitlik, ancak
eşitleme ilkesi uyarınca gerçekleştirilebilir.
O halde eşitleyici/denkleştirici bir adalet ilkesi,
herkesin insan olmak bakımından taşıdığı farklı
değeri gerçek kılma, görünür kılma bakımından eşit
güce sahip olmadığı bilincidir. Eşitliğin tesisi, eşit
güce sahip olmayanları güçlendirecek dayanışmacı
bir toplumsallık bakış açısını gerektirir. Bu, kendi
değerini dışsallaştırmak bakımından engelleri,
yoksunlukları olanların farkında olunduğu ve bu
engellerin, yoksunluğun bir değer eşitsizliğine yol
açmasına izin verilmediği bir ortak yaşam ilkesini
gerektirir.
İnsan olma onuru, insanın biyolojik ya da
fiziksel varoluşuna indirgenemeyecek olan, onun
insanca yaşamın öznesi kılan bir ahlâksal varlık
olmasında temellenir. Bu bakımdan onur/değer
kavramı hiçbir biyolojik, fiziksel özelliğe referansla
tanımlanamayacak bir kavramdır ve hiçbir biyolojik,
fiziksel farklılık bu onura, değere sahip olmak
bakımından bir ölçüt olarak sunulamaz. Tam tersine,
insan onuru kavramı, tüm farklılıklara rağmen
herkesin bu onura sahip olduğuna işaret eden bir
kavramdır ve bu nedenle onur eşitliği bir varsayım
değil, herkes için gerçek kılınması gereken bir
ilkedir.
İnsan olmak bakımından sahip olduğumuz
değeri dışa vurma, görünür kılma bakımından sahip
olduğumuz gücün eksik ya da fazla olması bizi daha
az ya da daha çok insan yapmaz. Engellerimiz, bizi
insan olmaktan çıkarmıyorsa, insan olma onurunun
tüm diğerleriyle eşit sahibiyizdir. Adalet, hiç kimse-
nin onurunun zedelenmeyeceği bir biraradalık ilkesi
olduğuna göre, engelli olmak, bu adalet bağının
dışında bırakılmaya yol açan bir görünmezlik örtüsü
altında olmak demek değildir. Adalet, tam tersine
bu örtünün kaldırılmasını, engellerin yoksunluğa
dönüştürülmemesini emreder.
Hukukun herkesi eşit hak sahibi olarak
tanımlaması, bu hakkı gerçekleştirme konusunda
dezavantajlı olanların görünmezliğine çare olamaz.
Adil ve demokratik bir hukukun adalet gereği
içermesi gereken şey, bu görünmezliği, yok saymayı
veya hakka ulaşma yoksunluklarını hesaba alarak,
engellerin haksızlık nedeni olmasını önlemektir.
Engelli olmak, çoğunlukla engelsiz gibi
düşünülerek dağıtılacak bir adaletten dışlanmaya
yol açmıştır. Engellerin farkında olmayan bir adalet
ilkesi, eşitlik ilkesini gerçekleştirilecek bir ilke olarak
değil, bir varsayım olarak taşıyan bir adalet ilkesidir
ki bu özelllik onun adil olmayan bir yönetici ilke ol-
ması anlamına gelir. Oysa engelli olmak, engellerin
farkında olan bir adalet ilkesiyle, adil bir biraradalı-
ğın içine alınmayı talep eder. Bunun için, engelleri
yok saymayan, engellerin müşterek yaşam alanının
içine girmeyi güçleştirdiğini bilen, dolayısıyla
engellileri güçlendiren bir adalet ilkesi gereklidir.
Ancak bu yolla, engellilerin haklarını kullanmasını
ve ortak yaşama katılmasını sağlayacak bir güçlen-
dirme bakış açısıyla, engeller yoksunluğun ve hatta
yoksulluğun nedeni olmaktan çıkar.
Adil olmak, engelleri görmektir. Engellileri
görünmez olmaktan, yok sayılmaktan dolayısıyla
toplumsal hayattan dışlanmaktan kurtarmadan,
toplum eşit yurttaşların adil biraradalığı olamaz.
Engelleri görmek, onların yaşama katılmasının
önündeki engelleri önlemeyi gerektirir. Engellerin,
onları insan onurunu taşıyan bireyler olmasını
eksiltmediğini bilmek, onların onurlu yaşamalarını
sağlama sorumluluğunun da bilinci olmalıdır.
Toplumun ortak aklı ve vicdanı, herkesin
herkese adil davranışını içeren bir farkındalık
taşımadığı sürece, tüm engeller yoksunluğa yol açar.
Yoksunlukların, dolayısıyla engellerin yok sayıldığı
bir toplumsallık, toplumun bir kısmının güçlendi-
rilmezse topluma katılamayacak başka bir kısmını
kendisinden ayırdığı, böylece aslında bu toplumun
birarada yaşamadığı bir durumdur. Haklarını
gerçekleştirmek bakımından desteğe, dayanışmaya
ihtiyacı olanları, neredeyse hak öznesi olmadıkları
şeklindeki bir bakış açısıyla evlerine, bakım alanları-
na hapsetmek, onları dışlamaktır. Metro ve otobüse
binemedikleri için attıkları çığlıkları duymamak,
tersine o metro ve otobüslerin onlara ait olmadığını
düşünmek ve“Evlerinize gidin!”demek, ırkçılığa
varan bir dışlayıcılıktır. Çünkü, biyolojik ve fiziksel
farklılığı hak eşitliği bakımından bir eksiklik olarak
tanımlamak, ırkçılığın bakış açısıdır. Bu, toplumun
“aynılık”a indirgenmesi demektir ki, demokratik
toplumsallığın önündeki en temel engel bu
zihniyettir.
Gerçek bir toplumsal biraradalık için, herkesin
toplumun tüm diğer üyelerinin farkında olduğu bir
tanıma edimi gereklidir. Bu tanıma olmaksızın, top-
lumda gerçekte topluma alınmayan büyük bir“dışta
bırakılanlar”olacaktır. Dışta bırakılanlar, yoksunluk
ve yoksulluğa mahkum edilenler, doğrudan adil
olmayan bir yaşamın varlığının da göstergesidirler.
Adalet herkesi kapsamadığında söz konusu olan
zulümdür. Engelli olmanın, zulme uğramak anlamı-
na geldiği bir toplumsal yaşam, gerçekte kimsenin
bir arada yaşamadığı, güçlünün güçsüze tahakküm
ettiği bir yaşamdır. Daha doğrusu, güçsüzlüğü,
değer hiyerarşisine yol açacak bir şekilde dışlamak,
söz konusu olanın bir arada yaşam olmadığı, bir
tahakküm ilişkleri ağı olduğu anlamına gelir.
Dışta bırakmak, görmezden gelmek, aynı
zamanda yok varsaymak ve hatta yok etmektir. Güç-
süzlüğü giderecek bir güçlendirme ilkesi olmaksızın,
dezavantajlı olanlar yok olmaya mahkum edilirler.
Birilerinin yokluğa mahkum edildiği bir toplumsal-
lık, insanlık onurunun yok sayıldığı bir toplumsallık-
tır ve insana ait olamayacağı gibi, bu toplumsallığa
hiçbir insanı değer kılavuzluk etmemektedir.
Demokratik bir toplumsallıkta, o halde, sadece
hukukun değil, yurttaşlık bilincinin de engellerin
ve yoksunlukların farkındalığını içermesi gerekir.
Ancak bu farkındalık, bu tanıma yoluyla, engeller,
adaletsizliğe ve yoksunluğa mahkum olmaz; tersine
engellerinden özgürleşerek onurlarını görünür kıl-
ma, haklarını gerçek kılma gücüne sahip olabilirler.
Doç. Dr. Nilgün TOKER KILINÇ
Ege Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi
Felsefe Bölümü
1...,26-27,28-29,30-31,32-33,34-35,36-37,38-39,40-41,42-43,44-45 48-49,50-51,52-53,54-55,56-57,58-59,60-61,62-63,64-65,66-67,...72
Powered by FlippingBook