Egeden 4. Sayı - page 24-25

22
23
BAHAR 2010
daha fazla ve daha çok ekip de çalıştığı
için belirlenmiş hazır alanlar mevcut.
Ama burada mekan bulurken kapıya
kadar gidip“Merhaba, biz dizi çekiyo-
ruz...”diye derdimizi anlatmak zorunda
kalıyoruz. İstanbul bunlara alışkın,
hemen her sokakta bir şeyler çekiliyor,
ünlü birisi yanınızdan geçiyor... İnsanlar
artık alışmış, o yüzden bu kadar ilgi
görmüyoruz. Ama burada gittiğimiz her
yerde bir 20-30 kişi -hatta başlarda bel-
ki 100 kişi- toplanıyor. Buca’da mesela,
gürültüden çekimleri yapamıyorduk.
Bir de herkesin elinde cep telefonu. O
kadar kötü bir şey ki, birincisi insanlar
hemen fotoğrafını çekiyor, ikincisi de
arkadaşını arayıp gelsin diye haber
veriyor... Böyle zorluklar var.
İzmir için şöyle de bir durum var,
İzmir’in bir resmi yok kimsenin aklın-
da. Mesela ben size Mardin desem
gitmediyseniz bile bir resim gelir
aklınıza, çünkü reklam çekildi, dizi
çekildi... İstanbul desem zaten her
akşam haberlerde... Ankara bile desem
akla Anıtkabir gelir, meclis binası gelir.
Ama İzmir derseniz, bir Saat Kulesi gelir
akla, bir de cumhuriyet mitingleri gelir.
Onda da o kadar çok insan var ki, hiçbir
şey gözükmüyor zaten. Biz biraz olsun
bunu görev edindik kendimize.
Sizce “okullu” olmakla “alaylı” ol-
mak arasında ne gibi farklar var?
Jİ:
Okullu olmak çok önemli. Ama
sadece sinema okulundan mezun
olmak değil tabii. Üniversite okumak
daha doğrusu. Üniversiteler hayata
açılan, insanların dünya görüşünü
değiştiren yerler mutlaka. Ama her
sinemacı, her sinema okuyan genç iyi
sinemacı olmak zorunda değil. Pekâlâ
başka bölümlerde okuyup başka
alanlarda kendini yetiştirmiş insanlar da
yetenekleri, zekaları ve eğilimleri ki bu
işte en önemli şey zeka ve istek- varsa
neden olmasın.
FS:
Bizim sektörde alaylı çok.
Yönetmen olarak dahi varlar. Dediğim
gibi okul insana bakış açısı kazandırıyor.
Ben turizmmezunu olarak, mesela bir
gazete bayiinde National Geographic
ya da Atlas Dergisi’ne bakıyorum. Bir
iletişimmezunu ise gidip örneğin Sine-
ma dergisine bakıyor. Ama diğer işler
kendimizi dışarıdan ne kadar geliştirdi-
ğimize bağlı. Hiçbir mezun gelip bizde
hemen işe başlayamaz, çünkü teorik ile
pratik o kadar farklıdır ki...
Bu işi yapmak isteyen gençlere öneri-
niz var mı?
Jİ:
Ben şunu önerebilirim: Her bu
okuldan mezun olan bu işi yapacak
diye bir şey yok. Ama isteyen arkadaşlar
yine de bir denesinler, baksınlar ama
olmayacaksa da zorlamasınlar. Ben
biliyorum ki yıllardır bu işte var olup da
bu işi yapmak istemeyen ancak yapmak
zorunda olan onlarca insan var. Ama bu
iş gerçekten istemeden aşık olmadan
yapılacak bir iş değil. Ben yaptığım işe
hâlâ âşığım. Şu an 108. bölümünü çeki-
yoruz. Çektiğim her bölümde her sahne-
de kendime bir tat bulmaya çalışıyorum.
Jale İncekol:
4 senem İzmir’de geçti. 1990
yılında mezun oldum Ege Üniversitesi’nden.
O zamanlar İletişim Fakültesi yoktu, okulun
adı Basın Yayın Meslek Yüksekokulu’ydu. Çok
kanal yoktu o zaman. TRT vardı yalnızca. Ben
TRT’ye gidiyordum, bir şeyler öğreneyim
diye. Staj yapma imkanı yoktu öğrencilere
pek fazla. Ben okula devam ederken 3 ve
4. sınıfa bir şekilde yolunu bulmuştum.
Kadın programları yapılıyordu, aktüel
programlar yapılıyordu o zaman TRT İzmir
Televizyonu’nda. Onları izliyordum bir şeyler
öğrenirim belki diye. O zamanlar Türkiye’de
de Amerika’daki gibi çok kanal olacak
diyorlardı. Şaka gibi geliyordu. Ben mezun
olduktan sonra Magic Box kuruldu. O zaman-
lar tek seçenek TRT’deydi. Daha sonra radyo
- televizyon bölümünden mezun oldum.
Hemen 1 sene sonra zaten İstanbul’a gittim.
Önce bir buçuk sene reklam sektöründe şan-
sımı denedim. Sonra da o zamanın önemli
kanalı Kanal 6’da TeleFlash diye bir dizi vardı,
ilk işim o oldu. Ondan sonra da asistanlık
yapmaya başladım.
Fikret Soğancı:
1973’te İstanbul’da doğdum.
Çocukluğum Gelibolu’da geçti. Sonra Ege
Üniversitesi Turizm Rehberliği’ni kazandım ve
İzmir’e geldim. Üniversiteyi bitirdikten sonra
biraz turizmle uğraştım. Ancak fark ettim ki
yabancı dilim yeterli olmuyor. Ben de mec-
buren vazgeçtim. O dönemde hayat sigortası
satmak çok popüler bir işti. Farklı şirketlerde
dört yıl boyunca hayat sigortası sattım. Tam
sıkıldığım bir anda, Ege’den okul arkadaşım
olan yönetmen Uluç Bayraktar beni ısrarla
çağırdı.“Yapımda senin gibi adamlar iyi iş
yapar, organizasyon işini iyi yaparsın”diye
diye beni kandırdı. Ben de tazminatımı
alabilmek için işten kendimi kovdurttum.
Dönemin parasıyla 2 milyar lira verdiler.
Uluç’a“Bu para beni 2-3 ay idare eder, gerisi
Allah kerim”diyerek gittim. Önce bir reklam
filminde bedava staj ayarladık. Sonra bir
klipte çalıştım. Daha sonra Kampüsistan dizi-
sinde en alt asistan olarak başladım, Uluç’un
da ilk yönetmenliğiydi... Orada prodüksiyon
amirliğine yükseldim. Sonra araya askerlik
girdi, ardından sinema filmi, klip vesaire
derken Kavak Yelleri’ne kadar uzandık...
dönem.. Oysa iş yaşamında “Bugün
gitmesem de olur”diyemiyor insan.
Ama üniversite okumak tabii ki iyi bir
şey. İnsana bir bakış açısı kazandırıyor.
Ve kim ne derse desin, çok kıymetli
zamanlar.
Son sınıfta herkes ‘artık bitse de
kurtulsak’ havasına girer. Ama ben
girmemiştim hiç. Hatırlıyorum, okul
bittikten bir süre sonra İstanbul’da bir
otelde çalışıyordum. Taksim’e çıktım,
mutsuzdum tabii... Önde bir kızla er-
kek vardı, üniversite öğrencisi oldukla-
rı belli olan. Ellerine kapanıp ağlayarak
“Beni de aranıza alın”diyesim gelmiş-
ti... Başka bir şey öğrencilik...
Yeniden Ege’ye geldiniz. Yeniden bu-
rada olmak nasıl bir duygu? Size göre
okuldaki değişimler ne boyutta?
Jİ:
Çok farklı, çok şey değişmiş. Her
şey daha naifti, daha sadeydi. Yurtta
kaldığım için yurtla okul arasında
geçen bir hayatım vardı. Çok fazla
derslere giren bir öğrenciydim. Ama
burada olmak elbette çok güzel. Oku-
duğum yıllarda hiç aklıma gelmezdi
böyle şeyler. Güzel bir şey yıllar önce
okuduğun okulda çekim yapıyor
olmak. İzmir’e gelmeden önce hastane
çekimlerimiz olduğunu biliyordum.
Ben Ege Üniversitesi’nde olmasını çok
istedim. Neyse ki burası denk geldi de,
biz de bu şansı yeniden yaşadık.
FS:
Aslında kampüste öğrenci
varken pek dolaşma fırsatım olmadı,
çünkü yazın mekan bakmaya geldiği-
mizde okul boştu. Ama bizim zamanı-
mızdaki sıcaklığı kalmamış gibi geldi
bana. Mesela bazı binalar çok eskimiş.
Gerçi onun nedeni de yenilerinin yapı-
lacak olmasıymış... Tören Şölen Alanı,
benim için kutsal bir mekandı... Orada
bahar şenliklerini yaşadık, birbirimizi
ıslattık, sarhoş olduk... Kampüsümüz
hâlâ güzel, Ege bu konuda Türkiye’nin
sayılı üniversitelerinden. Mesela eskiye
oranla çok daha fazla otomobil var.
Bizim zamanımızda öğrencilerin, hatta
öğretim görevlilerinin bile o kadar
arabası yoktu. Bizim fakülte de şimdi
Çeşme’de, o zamanlar tıp fakültesinin
yanındaydı. Orayı başka bir fakülteye
vermişler. İnsan bunları görünce hüzün-
leniyor tabii. O kadar da uzak değil
aslında, ben 98 mezunuyum, on sene
olmuş... On sene uzakmış ya, birden
koydu şimdi...
Dizi İzmir’de başladı, ardından
İstanbul’a taşındı. Şimdi ise tekrar
burada. Bunun nedeni nedir?
FS:
Bunların hepsi düşünülmüş
şeyler. Bu dizi zaten Dawson’s Cre-
ek dizisinden bir uyarlamaydı. Kent
yaşantısından uzak bir sahil kasabasın-
daki dört gencin, üniversiteyi kazanıp
büyük şehre gelme hikâyesini anlatan
bir dizi olarak başladı. O yüzden önce
Urla daha sonra ise Seferihisar olarak
belirlendi başlangıç yeri. Burada 7 bö-
lüm kadar çekildi, ardından da gençler
üniversiteyi kazanıp İstanbul’a gidince
oraya taşındık. Fakat tatil zamanı ge-
lince hepsinin tekrar evlerine dönmesi
güzel bir fikir oldu. Baharın gelmesiyle
birlikte diziyi buraya taşımakla görsel
olarak da katkı sağladık, mavinin ve
yeşilin tonları, doğanın güzelliği hep
olumlu katkı yaptı.
Peki, sektör açısından İzmir mi,
İstanbul mu?
FS:
Bir takım şeyler burada daha
kolay, özellikle prodüksiyonel açıdan.
En başta küçük, ulaşım çok daha kolay.
Daha hızlı hareket edebiliyoruz. Ama
bunun haricinde İstanbul’da da başka
bazı şeyler daha kolay olabiliyor. Orası
bu işin merkezi, mesela ben mekan bul-
makta çok daha rahatım. Alternatifim
kalmaya başladık. Bu enteresan geldi
bana. O zamanlar hiç aklıma gelmezdi.
Yani gittiğimizde de farkında değildim.
Çekimler sırasında binlerce komik ya
da trajikomik şeyler oluyor. Biz zaten
birlikte çok eğlenen çok neşeli bir ekibiz.
Oyuncularımız da çok komik gençler.
Genç olmayanlar da çok gençler aslında.
Ruhları da çok genç. Çok gülerek çalı-
şıyoruz. Öyle olmasa zaten daha fazla
yoruluruz. Bir sürü şey oluyor mutlaka.
FS:
Çekimler sırasında birkaç
hasta yakını geldi bize. Kalkamayacak
durumda olan hastalar için rica ettiler
onu gidip görmemiz için. Öyle duygusal
Bunu bulamadığım zamanlarda mutsuz
oluyorum. Çünkü sahnelere hayat
vermek bu hayattan aldığım en büyük
zevk. İşte oyuncuların benim gözümün
içine bakıyor olmaları, çok büyük bir
keyif. Bu iş aynı zamanda bir insanı çok
da şımartan bir iş. Düşünsenize, insanlar
yaptığınız bütün esprilere gülüyor, her
dediğinizi dinliyor. Ne deseniz yapıyor-
lar, bu çok güzel bir şey.
Çekimler sırasında ve öğrencilik
yaşantınızda başınıza gelmiş ilginç,
unutamadığınız anılarınız var mı?
Jİ:
Olmaz mı... Milyonlarca vardır.
Ama şu bana çok enteresan geldi.
Okulda bizden bitirme ödevi olarak
bir film çekmemizi istemişlerdi son
senemizde. Ben Balçova Termal Otel’e
gidip küçük bir film çekmiştim. Sonra bu
dizi için İzmir’e geldiğimizde bu otelde
anlar yaşadık. Hatta birinin cenazesine
dahi gittik. Bu şekilde çok duygusal za-
manlarımız oldu. Hoş mu, hüzünlü mü,
bilemiyorum nereye koymak gerektiğini
ama, birkaç kişiyi mutlu etmek, onlarla
birlikte olmak çok güzeldi. Okuldaki
en güzel anılarım da bahar şenliklerine
dairdir. Biz bütün yıl onu beklerdik.
Konserler olurdu, sonra birbirimizi
ıslatmak için değişik stratejiler gelişti-
rirdik... Bazı arkadaşlar erotik düşünüp
hangi kızın üstünü ıslatmak gerektiğine
dikkat ederlerdi. Çok sempatik, çok saf
zamanlar yaşadık. Mesela şunu hatırlıyo-
rum, “sevimli” arkadaşın biri okula, sırta
takılan pompalı ilaç sıkma aletlerinden
getirmişti. Onun içine su koymuş, birisi
arkasından gelip onu ıslattığında bütün
kuvvetiyle “geri bildirim”de bulunmuş-
tu... Nasıl bir hırssa artık...
1...,4-5,6-7,8-9,10-11,12-13,14-15,16-17,18-19,20-21,22-23 26-27,28-29,30-31,32-33,34-35,36-37,38-39,40-41,42-43,44-45,...72
Powered by FlippingBook