Egeden 18. Sayı - page 22-23

20
21
GÜZ 2013
tarafından tahttan indirilmesinin
önüne geçememiştir.
Cumhuriyet’in kurulması ile
beraber modernitenin değişik
konuları gündeme gelmiştir. Bir
boyutu ekonomi, diğeri kültürel.
Şu soruları sormamızda yarar var:
Cumhuriyet’in başlangıçtan beri bir
programı var mıydı? Bu program
zaman içinde nasıl oluştu? Bu
program içinde demokrasinin yeri
neydi? Aslında buradaki dönüşümün
kırılma noktası 1924-25’ler. Çünkü
Mustafa Kemal, ideolojisini başkasına
yaptırmak istemiyor, ideolojisini
de kendisi yapıyor. Eski modele,
İttihat ve Terakki ile I. Meşrutiyet
modeline baktığımızda burada
açıkça bir ideolog olduğunu
görüyoruz: Ziya Gökalp. Göklap,
İttihat ve Terakki’nin gerçekleştirdiği
eylemlerin ideolojik çerçevesini ve
tutarlılığını oluşturmaya çalışıyor.
Mustafa Kemal ise, yeni kurduğu
Cumhuriyet’in ideolojisinin başkaları
tarafından yapılmasına müdahale
etmiyor. Ziya Gökalp sentezci bir
tavra sahip, İslamcılık, Türkçülük ve
medenileşmeyi üçlü sentez halinde
görüyor. Bu bakış açısının en uç
eseri olarak “Türkçülüğün Esasları”nı
yazıyor. Bir anlamda Mustafa
Kemal’e ideologluk rolünü yüklemek
istiyor. Ancak bu kabul görmüyor.
Daha sonraki tarihlerde de, gerek
Kadrocularla ilişkilerinde gerek Reşit
Galip’in üniversite reformundan
sonraki tutumunda gayet net olarak
görüyoruz ki, bir başka grubun
ideolojiyi kullanarak siyasal güç
sahibi olmasını engelliyor.
1926’dan itibaren ideolojide çok
önemli değişmeler olmaya başlıyor.
Artık sentezci bir yaklaşım değil,
muasır medeniyeti tüm olarak ele
alan köktenci bir modernist proje
doğuyor. Bu köktenci modernist
projenin içinde demokrasi yok.
Takrir-i Sükûn Kanunu’ndan sonra
ortaya çıkmış olan bir tek parti
rejimi var ve 1946’ya kadar da bu
tek parti rejimi hakim oluyor. Burada
karşımıza çıkan soru şu: “Niye
demokrasi kavramı, bu ilk program
içinde yer almıyor?”. Benim aklıma
yatan yaklaşım şöyle: Cumhuriyet’in
ilk kuşağı yani kurucularının geç
aydınlanan bir ülkenin erken
aydınlanan grubunda olma
problematiği söz konusu. Osmanlı
Aydınlanması içinde yetiştirilmiş
bir grup erken aydınlanıyor ama
toplumun genelinde aydınlanma
oldukça sınırlı. Böyle bir toplum
yapısı içinde demokrasi sorununa
çözüm olarak “halka rağmen halk
için” terimi kullanılmaya başlanıyor.
Bu temel çerçeve, bir diktatörlük
çerçevesi de olabilir, bir iyi niyet
çerçevesi de. Çünkü toplumda yüzde
6 eğitim, okur-yazarlık düzeyi varken,
doğruyu ve iyiyi öğrendiklerini
sananlar kendilerinde iktidar olmak
ve bunu hayata geçirmek misyonunu
görüyor. Bunun için kullandıkları
slogan da “halka rağmen halk için”.
Peki, “halka rağmen halk için” tavrının
bir diktatörlük tercihi mi yoksa iyi
niyetli bir tercih mi olduğuna nasıl
karar verilecek? Samimiyetin nihai
testi demokrasiye geçip demokrasi
içinde bir seçim kazanmak yahut
seçimle iktidarı devretmektir. 2.
Dünya Savaşı sırasında çok partili
rejime geçiş, “halka rağmen halk için”
programının mantıksal bir sonucu
olarak görülebilir.
“Halka rağmen halk için”
programı, büyük bir dünya krizi ve
büyük bir dünya savaşının olduğu
1925-46 yılları arasında uygulanıyor.
Arkasında büyük bir ekonomi
başarısı ve sanayileşme var. Bu
sanayileşmenin milli savunma ile
ilgili önemli bir boyutu var. Ben
bunların dışındaki bir boyuta,
kültürel boyuta dikkatinizi çekmek
istiyorum. Mustafa Kemal’in kültür
politikalarının en önemli yansıması,
Hasan Âli Yücel döneminde – ki
Atatürk öldükten sonra Milli
Eğitim Bakanı olmuştur- yapılan
bir uygulama ile hayat buluyor.
Kültür politikaları en üst noktasına
o dönemde ulaşıyor. 1937’da Hasan
Ali Yücel’in “Pazartesi Konuşmaları”
diye bir kitabı yayınlanır.
“Türkleşmek nedir” tartışmalarına
cevaben orada der ki: “Biz bir
şeyleşmeyeceğiz, yaşayarak Türk
olacağız”. Bu olmak fiili üzerinden
bakış, Ziya Gökalp’e cevap niteliği
taşımaktadır, “Türkleşmeyeceğiz,
İslamlaşmayacağız,
medenileşmeyeceğiz, biz akla uygun
olarak yaşayarak Türk olacağız”
diyor. Türk olmayı akla uygun olarak
yaşama biçiminde ortaya koyuyor.
Hasan Âli Yücel’in “İçten Dıştan”diye
bir deneme kitabı var. Bu kitapta
her olaya içten ve dıştan baktıktan
sonra toplum için “dışı mimarlık,
içi kültürdür”değerlendirmesinde
bulunuyor.
Mustafa Kemal’in 30’lar
sonrasında oluşturduğu yaklaşım
içinde kültür çok önemli bir
model olarak duruyor. Kültürde
çağdaşlaşma... Türkiye’nin akıl üstüne
dayanan bir gelişimi sağlaması...
Malche’ın üniversite reformu için
yazdığı raporu okuduktan sonra el
yazısı ile aldığı notlar var. O notlarda
şunu söylüyor: “Bizimkiler”diyor
Reşit Galip’i filan kastederek “Malche’
ne istediğimizi anlatamamışlar.
Bizim problemimiz İstanbul
Darülfûnunu’nu üniversite yapmak
değildir; bizim problemimiz yeni
kültür oluşumunu bilimsel olarak
sağlamaktır, bunu anlatamamışlar”
diyor. Onun kafasındaki üniversite
modeli 1935’te kurulmasını emrettiği
“Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesidir.
Mustafa Kemal’in programı,
kafasındaki modernleşmenin kültür
boyutuyla ilgili yönünü içermektedir.
Bence bizim demokrasi
problematiğimizi anlamak için en
önemli nokta çok partili rejime geçiş
noktasıdır. 1946 yılında Türkiye
tek parti rejiminden çok partili
rejime geçiyor. Bu dönüşüm aslında
demokrasinin gelişmesi ve sağlıklı
gelişmesi için en önemli kırılma
noktalarından biri. Bu dönüşümde
bazı zafiyetler var ve kanımca
bugünkü siyaset problematiğinde
karşılaştığımız sorunların çoğunun
altında bu sorunların çözümünü ele
alınış biçimi yatıyor.
Türkiye neden 2. Dünya Savaşı
sonrasında çok partili rejime
geçti? Bu olaya baktığımızda tarihi
ötekileştirme ve belirli siyasal
akımların destekleyici malzemesi
olarak yazmaya başladığınızda
ortaya çıkan sorunu burada
da görüyoruz. Deniliyor ki dış
konjonktür, yani 2. Dünya Savaşı
sonrasında yeni kurulan dünya
düzeni Türkiye’yi böyle bir geçişe
zorladı. Oysa Nihat Erim’in her gün
olan biteni anlattığı günlüklerini
okuduğumuzda görüyoruz ki İsmet
İnönü’nün bu geçişte samimi bir
isteği var. Eğer bu istek olmasaydı bu
sürecin tamamlanması zor olurdu.
İsmet Paşa çok partili rejime
geçme güdüsünü kendi hatıratında
şu sözlerle ifade ediyor: “Ben
tek partili bir rejimin başı olarak
Türkiye’de bulunan Sefirlerle
konuştuğumda başım hep öne
eğikti”. İsmet Paşa, böylesine radikal
bir modernleşme uygulayan bir
ülkenin tek parti rejimi içinde
olmasını bir ayıp gibi görüyor.
İnönü, yaşlandığı dönemde
katarakt ameliyatı için Fransa’ya
gidiyor. Orada Türk Sefiri Hasan Esat
Işık. Kendisi de Sefarette kalıyor
Şimdi anlatacağım anektodu
Işık’tan öğreniyoruz: “De Gaulle’ün
Cumhurbaşkanlığı döneminde İnönü
Fransa’ya geliyor. İnönü geldiğinde
muhalefetten de parti başkanlığından
da uzaklaşmış olduğu halde müthiş
bir karşılama yapılıyor ve bu
karşılama törenleri içinde devletin
televizyonundan birisi gelip İnönü
ile söyleşi yapıyor. Muhabir İnönü’ye
kibar kibar sormaya çalışıyor. ‘Siz tek
parti döneminde Milli Şeftiniz. Ama
siz bir iyi niyetli diktatördünüz’ gibi
sözler söylüyor. İnönü genç muhabire,
‘Evladım diktatörün iyisi olmaz. Sen
hiç diktatörlükte yaşadın mı’ diye
soruyor.”
Biliyorsunuz 1937 yılında
Başbakanlıktan uzaklaşıp yerine Celal
Bayar göreve gelince, İnönü İngilizce
dersi almaya ve İngilizce öğrenirken
de İngiliz Parlamenter sistemini
incelemeye başlıyor. Kafasında İngiliz
Parlamenter sistemine benzer bir
sistemin kurulması fikri oluşuyor. Bir
partinin gidip diğerinin geleceği ikili
parti sistemine geçmek istiyor.
Bu iki partili sistem için
Cumhuriyetin iki önemli yasağının
uygulanmasını düşünüyor: Birincisi
sistem komünizme kapalı olacak,
ikincisi de Atatürk aleyhtarlığı ve
irticaya kapalı olacak. Partilerin
kurulması serbest bırakıldığı
zaman karşıda oluşacak gruplardan
güvenilir olanı seçmesi gerektiği için
İnönü Demokrat Parti’yi seçer. Çünkü
başında Celal Bayar bulunmaktadır.
Atatürk Dönemi’nin adamı olduğu
için ona karşı gelmeyeceği gibi
komünizm karşıtlığı da ortadadır.
Çok partili yaşama geçiş
sürecinde pek çok kriz yaşanıyor.
Bir 12 Temmuz Beyannamesi vardır.
İnönü’nün Cumhurbaşkanı olarak iki
tarafa karşı eşit davranacağına söz
verdiği ve 14 Mayıs 1950 seçimlerinin
yolunu açan bir beyannamedir. Bu
1...,2-3,4-5,6-7,8-9,10-11,12-13,14-15,16-17,18-19,20-21 24-25,26-27,28-29,30-31,32-33,34-35,36-37,38-39,40-41,42-43,...80
Powered by FlippingBook