Egeden 18. Sayı - page 24-25

22
23
GÜZ 2013
beyanname yayınlandığı sırada
Demokrat Parti’nin bir talebi var.
İnönü’ye “Siz parti başkanlığından
ayrılın Cumhurbaşkanlığı’nı tarafsız
olarak yapın, önümüzdeki seçim
sonrasında iki partinin adayı
olarak Cumhurbaşkanlığı yürütün”
diyorlar. İnönü bunu kabul etmiyor.
“Ben başkanlıktan ayrılırsam, biz
seçimi kaybettiğimizde –bakın
iktidardayken seçimi kaybetmeyi
göze almış durumda- bizim parti
dağılır”diyor. “Seçimi kazanan
partinin karşısında ikinci partinin
olabilmesi için benim başkan
kalmam gerekli.”Çok ilginç bir tespit,
kurmay subay değerlendirmesi
gibi bir değerlendirme. Bu
sırada çok partili rejime geçme
sürecini değerlendirirseniz ve o
zaman yapılan demokrasi ile ilgili
konuşmaları değerlendirirseniz
bunların çok sığ olduğunu
görürsünüz. Bugün bizim demokrasi
olarak konuştuğumuz hemen
hemen hiç bir şey konuşulmuyor.
İdarenin tarafsız kalması konusunda
konuşuluyor. Tabii demokrat
partinin getirdiği çok önemli bir şey
var, halkla siyasetçiler arasındaki
mesafeyi daraltıyorlar, yakın
ilişki kuruyorlar. CHP’nin burada
önemli bir açığı var, bu mesafeyi
kısaltamıyor. Ama fikir özgürlüğü
diye bir şey konuşulmuyor o
dönemde. Onun için ben kendi
yazılarımda 1950’den sonra
demokrasiye geçildi demekten çok;
çok partili rejime geçildi ifadesini
kullanıyorum.
Ve nihayet 1950 de kansız
beyaz devrim yapılıyor. Şunu
saptamamız gerekiyor: Sistemin
içinde demokrasinin kalitesini
geliştirecek yaratıcı bir talep yok.
Yeni seçimlerde hile yapılmadan
nasıl seçim yapılır meseleleri
konuşuluyor. Ama fikir özgürlüğüne
ilişkin bir talep tok. Demokrat Parti
aslında iktidara geldiği zaman
çok önemli bir fırsatı kaçırıyor.
Türkiye’ye bir yeni demokrasi
programı getirmiyor. Türkiye’de ilk
defa ciddi demokrasi programının
tartışılması 1958 yılında CHP’nin ilk
hedefler beyannamesi ile oluyor.
Bir anlamda DP iktidara geliyor ama
demokrasi üstünde bir şey yapmıyor.
O zamanki bütün konuşmalar
dikkat ederseniz “hızlı kalkınıyoruz”,
“nurlu ufuklar” söylemleri üstünden
demokrasi tartışmasını yapmayarak
gerçekleştiriliyor. Şu sorulabilir: “Niye
DP bu fırsatı kaçırdı? Kadrosu mu
yoktu? DP tek partili rejimden gelen
kadrolarla kurulduğu için böyle bir
imkanı yok muydu? Bu doğru değil,
çünkü DP’nin içinde demokrasi
programı inşa edebilecek kadroların
olduğunu biliyoruz. 1954’te kurulan
Hürriyet Partisi böyle bir potansiyelin
olduğunu gösteriyor. O kadro yeni bir
demokrasi programı geliştirebilirdi.
Bizde tarih yazarken genellikle bir
kırılma noktası geçilince gelişmelerin
o noktadan sonra gerçekleşmeye
başladığı varsayılıyor. Örneğin 1951
kırılma noktası, tabii bu çok önemli,
mevcut iktidar, iktidarı seçimle bir
başkasına devrediyor. Olayların
bundan sonra değiştiği düşünülüyor.
Türkçe ezandan Arapça ezana
geçildiği, İmam Hatip Okulları gibi
pek çok şey bu duruma örnek olarak
sayılabilir. Oysa, CHP’nin 1947’de
yaptığı bir Kurultay var. O kurultayın
içeriğini incelerseniz, DP’nin
yaptığı herşeyin 47 Kurultayında
CHP tarafından kabul edilmiş ve
uygulanmaya konmuş olduğunu
göreceksiniz. Bir anlamda 1925-
46 döneminin radikal modernite
projesinin halkın tercihlerine göre
yeniden şekillenmesi yani bir
popülist moderniteye geçiş 1948’de
CHP içinde de gerçekleşmiş oluyor.
Bu iki geçişin çok ilginç detayları
var. Anadolucular grubunun CHP
içinde örgütlenmesi ve demokrasiye
geçişin öncülüğünü yapması,
Anadolucu grubun öbür parçasını
da DP içinde hemen hemen aynı
noktaya getiriyor. Yani Türkiye
radikal modernite projesinin fikri
dayanaklarını 1946 sonrasında iki
parti içinde de üretemiyor. Hasan
Ali Yücel’in elenmesi ve Dil-Tarih’te
yapılan temizlikler gibi Türkiye’nin
genel entellektüel yapısının radikal
moderniteyi artık taşıyamadığını
gösteriyor.
Öyküyü sürdürecek olursak
karşımıza 1961 Anayasası geliyor. Bir
askeri müdahale sonrasında, yeni bir
anayasa ve bu süreçte Türkiye’nin
fikir hayatında da sola açılma ortaya
çıkıyor. Bu sola açılma genellikle
yazılan, kullanılan bir şey. Ben onu
‘sola açılmadan’ çok, ‘solun sızmasına
müsade etme’ olarak yorumlama
eğilimindeyim. Çünkü 141 ve 142
sayılı ceza yasasının maddeleri
sürerken, sola açılmadan çok, ancak
bu tür bir sızmaya olanak veriyor.
Özetle, bir Osmanlı utangaç
aydınlanması var. Yeni bazı kadrolar
yetiştiriyor, onlar belirli bir noktada
iktidara geliyor ve köktenci bir
modernite uyguluyorlar. Ama
köktenci modernite demokrasiyi
içermediği zaman kendisini yeniden
üretemiyor, demokrasiyi içererek
ürettiği de popülist bir modernite
oluyor. Onun ortaya çıkarttığı
siyasal kültür içinde demokrasi
derinleşemiyor. Derinleşememesi
dediğim zaman şu 4 özellikten söz
ediyorum.
1.
Demokrasi bir ahlak
meselesidir önce. Demokrat
olmayan adamlar demokrat bir
rejim kuramazlar. Bu gayet basit.
Ama demokrat olmak ne demek?
Bu belirli değer yargılarına sahip
olmak ve özellikle karşısındaki
insanın onurlu yaşamına saygı
duymak ve gerekirse kendi doğru
bildiklerini başkalarının doğru
bildikleri karşısında geriye çekip
uygulamaktan vazgeçebilmektir.
Böyle bir kültür oluşmuyor.
2.
Demokrasi karar verme
sürecine ilişkin bir niteliktir. Halbuki
bizde iktidar el değiştirmesine
dayanan demokrasi şöyle çalışıyor:
Ben kimin diktatör gibi karar
vereceğini seçiyorum. Benim
kararlarım demokratikleşmiyor.
Araçsal demokrasi olayı bu
hale getiriyor. Birisi diyor ki
ben çoğunluğun oyunu aldım
artık benim her verdiğim karar
demokratiktir. Hayır. Sen diktatör
gibi karar verirsin. Demek ki benim
demokrasinin varlığı üstünde test
yapacağım şey şudur: Karar süreçleri
demokratik mi? Karar süreçlerinin
demokratikleşmesi nedir? Siz
çoğunluk olabilirsiniz. Çoğunluk
olmanız sizin karar vermenizi
değil, o çoğunluğun katıldığı karar
süreçlerinin işleyişiyle ilgili bir
olaydır.
3.
Kamusal özne olma yolunu
insanlara açıyor mu? İzin verici bir
rejim haline gelebiliyor mu? Bir
sistem içinde bir adam çok başarılı
olup zengin olabilir bugün. Peki bu
adam kendi doyumunu sağlamak
için ne yapacak? Tüketim yapacak.
Yat alacak, kat alacak, uçak alacak.
Ama kamusal özne olma yolu yalnız
siyasetçilere açık. Böyle bir şey olur
mu? İnsanların da bir kamusal özne
olma talebi var. Son günlerde biz
bir kamusal özne olma talebini
yaşadık hep beraber. Bir adam
çıktı, merdivenleri boyadı. Bu bir
kamusal özne olma talebidir ve
pıtrak gibi yayıldı etrafa. Demek ki
demokrasinin böyle bir boyutu var.
4.
Temsili demokrasi kaçınılmaz
olarak demokrasi açığı yaratır
ve demokrasi sürekli olarak
yeni keşfedilecek pratiklere açık
kalmalıdır ki bu demokrasi açığını
kapatsın. Demokrasiyi bilinen bir
rejim değil, sürekli olarak ilerisi
için keşfedilen bir rejim halinde
düşünmek gerekir.
İşte böyle bir çerçeve içinde bir
noktaya geldik: Gezi diye bir olay
çıktı. Gezi nedir? Bizim demokrasi
öykümüzün geliştiği noktada yeni
bir taleptir. Ve dikkat ederseniz
genellikle eski siyaset kalıpları içinde
yer almamış genç kuşakların, eski
siyasi kültür tarafından kirletilmemiş
düşüncelerini ortaya koyduğu bir
taleptir. Ve bu demokrasiyi, demin
söz ettiğim 4 noktada derinleştirme
talebidir. Çok ilginç bir özelliği var
Gezinin: Gezi araçsallaştırılmış eski
demokrasi pratiğinin iflasını çok iyi
gösterdi.
Gezide ne oldu? Genellikle
yapılan analizlerde deniliyor ki,
“Elektronik medya kanalıyla çok iyi
etkileştiler ve bu kitleler mobilize
oldu”. Bu doğru ama yalnız bu
yetmez. Eğer yeni bir kamusal siyaset
yapma alanı olarak park olmasaydı
gezi olmazdı. Parkta ne oldu? Bizim
eski siyasetimizin kamu alanı miting
meydanlarıdır. Miting meydanlarında
bir kürsü var, bir senaryo var, kim,
ne zaman, nereden, gelecek, hangi
bayrağı kaldıracak belirlenmiş, hangi
sloganı söyleyecek belli, katılanların
bir kısmı yasaklı bir kısmı değil...
Kontrol altında bir senaryonun
oynanmasıdır, eski siyasetin aynen
üretilmesinin senaryosunun
oynanmasıdır bu. Ötekileştirmeye
dayanan araçsal demokrasinin
yeniden üretildiği bir alandır miting
alanı. Oysa Gezide ne oldu? Kürsü
yok, insanlar bir araya geldiler ve
gece geçirdiler. Ve ötekileştirmeye
dayanan siyasetin toplum hakkında
verdiği gerçekliğin yanlış olduğunu
gördüler. Onların her birinin bir öteki
değil, bir araya gelen, yeni bir şey
üretebilen bir potansiyel olduğunu
gördüler.
Dikkat ederseniz gezi olayı
mevcut siyasi kadrolar tarafından
bir türlü içlerinden çıkartılamıyor.
Dönüp dönüp cevap veriyorlar
Geziye. Çünkü Gezi başka bir şey.
Gezi eski siyasetin çöküşünün
ipuçlarını veriyor. Bu bir yeni kamusal
alan talebi. Bir yaratıcılık alanı ve
yeni bir demokrasi talebi olarak çıktı.
1946 nasıl bir dönüm noktasıysa
Gezinin de o önemde bir dönüm
noktası olduğunu düşünüyorum.
Gezi nasıl yankı yapabilir?
Şimdi Geziyi ben hemen siyasi
partiye dönüşecek bir olay olarak
görmüyorum, çünkü Gezinin
kendisini hemen bir siyasi harekete
dönüştürecek mekanizmalar yok ve
o mekanizmaları dışarıdan birilerinin
kurarak kendisiyle entegreye etmeye
çalışması boş çabadır.
Gezinin getirdiği en önemli
şey, bizimmevcut demokrasimizin
artık doyurmadığı, hiç olmazsa yeni
nesilleri doyurmadığıdır. Başbakanın
ilk günkü konuşmalarını hatırlarsanız,
“Benimmuhatabım kim”diyordu.
Eski siyasetin sorularını soruyor.
Gezi çıktı, yeni bir talep var, bir
şaşkınlık var; ve o sırada bu olayı eski
siyasetçiler kapıp kaçırmak istediler.
Bir kısmı eski militan siyasi kadrolar
ki bunlar Geziye eklemlenerek
gezinin ilk çıkışının algılanmasını
bulanıklaştırdılar ve bu da eski siyasi
söyleme dönmek isteyen mevcut
iktidara çok iyi bir destek verdi.
İki taraf da eski siyaseti yeniden
üretmeye çalıştı ve kısmen ürettiler
de. Ama orada bir soru soruldu, o
soruyu kimse çıkartamadı. O soru taş
gibi duruyor orada, dönüp dönüp
o soruya cevap vermeye çalışıyorlar
ama cevap veremiyorlar, çünkü
araçsal demokrasi içinde o soruya
yanıt verilemez. Gezi kendisinin
dönüşmesinden çok Türk toplumuna
getirdiği derin hayal kırıklığını
göstermesi bakımından önemli.
1...,4-5,6-7,8-9,10-11,12-13,14-15,16-17,18-19,20-21,22-23 26-27,28-29,30-31,32-33,34-35,36-37,38-39,40-41,42-43,44-45,...80
Powered by FlippingBook