Egeden 18. Sayı - page 44-45

42
43
GÜZ 2013
90. yılını idrak ettiğimiz
Cumhuriyetin, bu yeni yaş
dönümünde, toplumsal tahayyülde
bir fikir olarak edindiği yeri
değerlendirmek; hem geleceğinin
vaad ettiği eğilimleri saptamak, hem
bugüne taşıdığı sorunları görmek
açısından önem arz etmektedir.
Her şeyden önce, cumhuriyet
mefhumunun, demokrasi ve
liberalizm gibi temel bazı politik
değerlerler ve rejimlerle yer
değiştirerek kullanılması hususu;
toplumsal tahayyülde bulanıklık
yaratılmasına sebep olmakta ve
bu da cumhuriyetin politik dil ve
söylemdeki kullanışını aşındırmış
bulunmaktadır. Bu itibarla,
cumhuriyet mefhumunun anlamı
üzerinde yeniden durmakta ve
o anlam çerçevesinde hangi
meselelerin önem arz ettiğini
yeniden düşünmekte fayda vardır.
Klasik tanımında cumhuriyet,
monarşinin karşıtı olan bir hükümet
şekli anlamına gelir. Bir hükümet
şeklinin monarşi karşıtı olması, o
hükümetin unsuru olduğu devletin,
herhangi bir kişinin, gurubun mülkü
addedilmemesidir. Romalı siyaset
düşünürü Cicero, bu bağlamda,
“cumhuriyet halka ait olandır”(“res
publica res populi”) şeklinde
literatüre hediye ettiği tanımla;
hem cumhuriyet mefhumunun
(res publica) kökenindeki “herkes”
anlamının içerdiği eşitliğe işaret
etmiş, hem rejimin herkesi kapsadığı
ölçüde meşru görülebileceğine
dair bir telakkiyi zihinlere
yerleştirmiştir. Dolayısıyla, Roma
siyaset düşüncesinde “herkes”i
tanımlamadaki ayırıcı unsur, Natio
(doğum yeri ve bu yeri etnisiteye
ve dile bağlayan bir kimlik) değil,
Patria (politik yasal/anayasal
bağ) idi. Bir başka deyişle, Roma
cumhuriyet mefhumu, herkesi ayırt
eden ve herkesi “herkes” yapan
unsur olarak yasayı esas almaktaydı.
Yasa, insanları hem eşitleyen, ama
aynı zamanda, farklılıklarının birbiri
üzerinde tahakküm kurmalarını
önleyen bir işlevselliğe sahipti. Bir
Romalı yurttaşı özgür kılan da zaten
o işlevsellikti: Yasalara tâbi olduğu
ölçüde kendini özgür hissetmek,
yasasızlığın olduğu durumlarda
özgürlüğünün elinden alınacağını
düşünmek. Çünkü, Romalı için
yasa, düşünmeye ve eylemeye
engel oluşturmak için değil, onların
önündeki engelleri kaldırmak,
ortak çıkarı ve adaleti güvence
altına almak için düşünülmüş
mekanizmalar sayılırdı.
Fakat, çok daha sonraları,
özellikle 1789 Fransız Devriminin
yarattığı politik etki ve fikriyat,
Roma cumhuriyet mefhumunu
bastırdı. Jean-Jacques Rousseau,
halkın kararının her zaman doğru
olamayacağına dair bir politik
endişenin peşinden gidip, kendince
rasyonel bir sınırlamaya başvurarak,
halk egemenliğini “genel irade”
gibi muğlak bir kavrama tahvil etti.
Çünkü, Rousseau, genel iradeyi
bireysel iradelerin toplamından
başka bir şey olarak görmekteydi.
Gerçekte Rousseau, temsil fikrine
karşı olmasına rağmen; bu
muğlaklıktan toplumun kendisi
için uygun olan “ortak iyi”ye doğru
karar veremeyebileceği halinin,
son tahlilde, o kararın, toplumun
iradesini temsil eden “aydınlanmış”
kişilerce alınmasını zorunlu ve meşru
gören bir anlayışın geliştirilmesi zor
olmadı. Dolayısıyla, bu doğrultuda,
“genel irade” (volonte generale),
sanıldığı gibi çoğunluğun iradesi
anlamında kullanılmamış; tersine,
çoğunluğun yetersizliği ihtimali
gözetilerek, söz konusu yetersizliği
telafi edici seçkinci-otoriter bir meta-
temsil şeklinde formüle edilmiştir.
Böyle bir yoldan ilerlendiğinde,
ister istemez, şu anlayışa da
varılmıştır: Cumhuriyet, monarşi
karşıtı bir hükümet şekli ise;
monarşi/saltanat yoksa, kim?
sorusunun cevabı, “halkı temsil eden”
bir kişi, gurup, parti olmuştur. Böyle
bir anlayışın bazen örtük, bazen açık,
dile getirilen varsayımı ise “yetersiz”,
“yanlış yapmakla malûl”, neticede
“olgunlaşmamış” bir halk mefhumu
olmuştur. Halkı olgunlaştırma (onu
“yeterli hale getirme”, ona “doğruları
gösterme”, onu “aydınlatma”) elit
tabaka tarafından bir “tarihsel
görev” olarak üstlenilince; bu
görevi hakkıyla yerine getirmenin
en önemli aracı olarak yasaya
başvurulmuştur; ama Roma
cumhuriyetçiliğinin yaptığı gibi
özgürleştirici saikle değil, bir meta-
temsil altında halkı nizama sokmak
amacıyla. Bu ise kanun devletinin
veya yasanın intizam sağlayıcı işleve
indirgenmesinde gözetmen olarak
yargı erkinin ve onu kullananların
meta-temsil öznesi olarak ortaya
çıkmasını, son tahlilde yargının
siyasetin yerini almasını sağlamıştır.
Bu çerçeve dahilinde
cumhuriyetçiliğin kalbi olan
yurttaşlık, nominal olarak zuhur
etmiş, fakat ontolojik olarak
gerçekleşmemiştir. Çünkü, “yurttaş”
tanımının sınırı, sadece sorumlu
Prof. Dr. Ali Yaşar SARIBAY
Uludağ Üniversitesi
İltisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
Kamu Yönetimi Bölümü
MAKALE
Cumhuriyet fikri ve güncel yansımaları
tutulmakla başlamış ve onunla
bitmiş; yurttaşlar arasındaki ilişkiyi
belirleyen, sadakat, ödev, itaat,
dayanışma, fedakârlık… gibi siyaset
öncesi ilk(s)el (primordial) bağlar
belirleyici gücünü sürdürmüştür.
Bu doğrultuda da yasa(lar)
aracılığıyla topluma nizam vermek
üzere yapılan müdahaleler
keyfi nitelik kazanabilmiştir.
Oysa, cumhuriyetçilik, genel
olarak, yasa aracılığıyla yapılan
müdahaleye yurttaşların birbirleri
üzerinde tahakküm kurmalarını
önleyici amaçla başvurur; fakat,
esas itibariyle, o müdahalenin
keyfi olmamasına azami dikkati
gösterir. Bu sebepledir ki,
çağdaş cumhuriyetçi düşüncede
cumhuriyetin tanımı, Philip Pettit’in
yaptığı gibi, “tahakkümsüzlük olarak
özgürlük”tür.
Cumhuriyetçiliğin kalbi olarak
yurttaşlığın sağlıklı çalışmasının
şartının “tahakkümsüz” bir özgürlük
anlayışı olduğu hususu son derece
önemlidir. Bununla beraber,
yurttaşlığın, toplum bireyleri
arasındaki farklılığı düzleştirdiği,
onların üstünü örttüğü gibi bir itiraz
söz konusudur. Fakat, bu itirazda
gözden kaçan husus, farklılıklardan
doğabilecek bir imtiyaz arzusunu,
dolayısıyla toplum kesimlerinin,
bireylerin birbirleri üzerinde
kurabilecekleri tahakküm olasılığını
izale etmede en etkili çarenin, gene
de yurttaşlık mefhumu olduğudur:
Yurttaş, siyaset öncesi ilk(s)el
bağların, politik ilişkiler içinde ve
vasıtasıyla imtiyaza dönüşebilecek,
dolayısıyla tahakküme sebep
olabilecek durumların, özgürlüğün
en gerekli temelini teşkil eden
yasa(lar) vasıtasıyla “tehdit”
olmaktan men edilmesini sağlar.
Şüphesiz, bunun için, farklılığın
kısıtlanması değil, tahakkümün
bertaraf edilmesi gerekir. Bu
ise ancak hem farklılıkların
yaşanmasının önündeki engellerin
temizlenmesiyle, hem farklılıklar
içindeki bireysel çeşitlenmelerin
boğulmamasıyla mümkündür. Bir
başka deyişle, cumhuriyetçilik, bazı
değerler ve ilkeler açısından yakınlık
gösterdiği hem demokrasinin, hem
liberalizmin, “tahakkümsüzlük olarak
özgürlük” tesisinde destek olabilecek
unsurlarını içselleştirmelidir. Bu
bakımdan, özgürlük söz konusu
olduğunda; müdahalesizliği
esas alan liberalizm; başkasının
empozesini reddederek, kendi
kaderini kendisinin tayin ettiği
bir birey tiplemesine dayanan
demokrasi ile bir kişinin/gurubun
keyfi iradesine tâbi olmamanın vücut
verdiği cumhuriyetçiliğin kesişmesi
zorunludur.
90 sene bir toplumun hayatında
nispeten çok uzun bir süre sayılmaz;
ama çok kısa bir süre de değildir.
Bu süre zarfında yaşadığımız
olaylar, sadece toplum kesimlerinin
ekonomik, sosyal, politik yer
değiştirmelerine yol açmadı; fikirleri,
değerleri, tutumları da yeniden
değerlendirip düşünmemize imkân
tanıdı. Bu itibarla, bel bağladığımız
temel fikirler ve mefhumlar
üzerinde bir yaş dönümü vesilesi ile
düşünmek, esasında geleceğimize
dair de düşünmektir.
1...,24-25,26-27,28-29,30-31,32-33,34-35,36-37,38-39,40-41,42-43 46-47,48-49,50-51,52-53,54-55,56-57,58-59,60-61,62-63,64-65,...80
Powered by FlippingBook