Egeden 5. Sayı - page 46-47

44
45
YAZ 2010
Prof. Dr. Nuri BİLGİN
Ege Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi
Psikoloji Bölümü
Ege Üniversitesi’nde yaklaşık 35 hizmet yılına
ulaşmış ‘eski hoca’lardan biriyim. İnandığım,
peşinde koştuğum, emek verdiğim, üstünü çizdi-
ğim, vazgeçtiğim veya vazgeçip tekrar sarıldığım
düşüncelerle dolu 35 yıl. Birlikte göreve başladığım
arkadaşlarımın pek çoğu aramızdan ayrıldı. Genel-
de yüksek öğretimin ve özelde Ege Üniversitesi’nin
sorunlarına kafa yormakla geçti yıllar.
Ülkemizde yüksek öğretime ve üniversitelere
ilişkin sorunlar, uzun yıllardan beri önemli bir
tartışma konusu olagelmiştir. Bizzat akademisyen-
lerin yanı sıra siyasi çevreler, öğrenciler ve çeşitli
sivil toplum örgütlerinin de katıldığı bu tartışmalar,
konjonktüre bağlı olarak bir konudan diğerine
kaymış ve üniversite kamuoyunun gündeminde az
veya çok yer bulmuştur.
Tüm bu çeşitliliğe rağmen tartışma gündemin-
de istikrarlı bir şekilde varlığını sürdüren sorunlar
da vardır ve bunların en başta geleni yüksek
öğretim kurumlarında yapılacak değişiklikler veya
yeniliklerdir. En genel ifadesiyle ‘reform’teması
altında toplanan bu arayışlar, yakın tarihimiz bo-
yunca, yüksek öğretim yasasının yeniden yapılması
tarzında, yani makro düzeydeki bir soruna makro
düzeyde çözümler arama şeklinde kendini gös-
termiştir. Sorunun bu şekilde vazedilmesi, yüksek
öğretimin dar anlamda siyasal alana hapsolmasına
yol açmış ve üniversitelerimizin gelişimiyle ilgili
gerçek sorunlar bir yana atılmıştır.
Değişim veya yenilik adına yapılacaklar sır
değil: Yüksek öğretimin AB Yüksek Öğretim alanına
entegre olması ve dolayısıyla ‘evrensel’kriterlere
göre şekillenmesi; üniversitelerin yeniliklere
açık olması ve yaratıcılığı teşvik etmesi, AR-GE
çalışmaları ve eğitim-öğretim hizmetlerine yeni
teknolojilerin katkılarının sağlanması, farklı
birim ve kişilerin etkinliklerinin stratejik planlarla
bütünleştirilmesi, vb.
Yapılacaklar sır değil, ama kolay da değil.
Üniversitenin sorunları, bir yandan eğitim alanında
beliren ve yüksek öğretimin iç dinamiklerine bağlı
değişmelere, öte yandan küreselleşme ve AB’ne
katılım süreci gibi yüksek öğretim alanı dışındaki
gelişmelere göre farklılaşıyor.
Yapılacakları bilmek bunların yapılmasını
sağlamıyor. Evrensel ölçülere uygun üniversite
olmak, yapılacakların (içerik) neler olduğu kadar,
yapılma tarzlarıyla da ilgili. İçerikle ilişkili olarak
evrensellik, eğitim ve öğretim programlarının
evrensel geçerliliği olan bir şekilde düzenlenmesini
ve verilen formasyonun çağdaş olarak nitelenen
dünya üniversitelerinin mukabil programlarıyla
eşdeğerliliğine gönderir. Tarz olarak evrensellik,
üniversite yönetim ve uygulamalarının niteliğine
gönderir. Bu perspektifte evrensellik ve dolayısıyla
çağdaşlık, üniversitelerin çeşitli işlevlerini yerine
getirmedeki yaklaşımlarında aranmalıdır. Yani
çağdaşlık, üniversitelerin her ne yapıyorlarsa, onu
çağdaş ölçüler içinde yapmalarının ve işlevlerini
rasyonel - evrensel ölçütlere göre yerine getirme-
lerinin ifadesidir. Bunun temel göstergelerinden
biri, farklı akademik alanların dinamiklerine uygun
ve planlama esaslı bir liyakat / performans sistemi
kurmaktır.
Ana hatlarında senaryo ve oyun kurgusu belli,
ama aktörleri hazır değil. Evrensel, çağdaş, modern,
Avrupalı olmak istiyoruz, ama zahmete girmeden.
Lisans ve lisans-üstü eğitimimizi tamamlamak,
sonra yardımcı doçent, doçent, profesör olmak isti-
yoruz herkes gibi. Belirli bir sebebi olmadan ‘bizden
öncekilerin veya başka yerdekilerin geçtiğini farz
ettiğimiz’taşsız yolları talep ediyoruz. ‘Acı çekmek
olmayan’kolay bir eğitimin kestirme yollarını
arıyoruz. Bir iş adamımızın söylediği gibi ‘ölmeden
cennete gitmek istiyoruz’.
Yüksek öğretimimizde akademik teşkilatlanma
merkezileşirken bölümler, kadrolar, programlar
sınırlandırılıyor. Değişime açık bir kurum olması
gereken üniversitelerimiz, kurumsal bir zırh içinde
kalıplaşmış görünüyor. Dış dünyadaki değişmelere
duyarsızlaşmış ve dış etkilere kapanmış gibi.
Rekabet yokluğu, genelde muhafazakarlığa, hatta
statükoculuğa yol açıyor. Örgüt uzmanlarının işaret
ettiği gibi, bu tür bir yapıda genelde, rutinleş-
me artıyor, tekbiçimli ve standartlaştırılmış bir
akademik evren oluşurken, en iyi halde, nadiren
de olsa yenilikçiler tepeye toplanıyor, ama bu da
merkezileşmeyi artırıyor. Sonuçta üniversiter ortam
araştırma ruhunu körelterek değişime kapalı bir
blok haline dönüşüyor. Dünyadan soyutlanmış bir
üniversite kördür; ne toplumun yeni taleplerine
uyabilir, ne de onları fark edebilir.
Üniversitelerimiz pek çok yerde, çeşitli türden
“müşteri ayarlamacılık”(clientelism), nepotizm
veya“kabilecilik”le malul; epistemik gruplanma
yerine kendi ekürisini kurma,“maiyet”oluşturma
eğilimi yaygınlaşıyor ve dıştan gelene kapıları
kapatmayı, kendi kendinden beslenmeyi marifet
sanan kurumsal otarsizm yerleşiyor. Pek çok
akademisyenin kafasında, daha günü gelmeden
‘yakınındakiler’arasında ‘almak istediği’bir asistan
veya uzman bulunuyor. Entelektüel değerin yerini
hiyerarşik önemin alması“makam arayışı”ve
“yönetici olma merakı”nı besliyor pek çok akade-
misyende. Çoğu kişi, akademik kariyerinin oldukça
erken bir aşamasında, üniversitenin işleyişi ve işleri
konusunda keskin fikirler beyan eden politikacı
tavrına bürünüyor..
Akademik dünya böyle midir? Cambridge
Üniversitesinden F. M. Conford’un 1908’de yazdığı
satirik eseri Microcosmographia Academica bu
dünyadan insan portreleri sunuyor. 1969 yılında
S. L. Meray tarafından Türkçe’ye çevrilen bu küçük
eser Being a Guide for the Young Academic
Politician alt başlığını taşıyor. Yazar, daha ileriki
yaşta olanlara bir yararı olamayacağı düşüncesiyle
genç yaştakilere öğütlüyor kitabını. Genç üniversite
politikacısına sesleniyor:“Gençken ezileceksin,
kızacaksın ve artan bir ölçüde çekilmez olacak-
sın. Otuz beşe varıp orta yaşlılığa erişince pek
yakınman olmayacak; ama bu kez ezenlerden biri
olma sırası sana gelmiş olacak. Şu var ki ezdiklerin
seni yine çekilmez sayacaklar; yalnız bunlar değil,
gençken nasırlarına basmış oldukların da. Ancak o
zaman yapılması gerekenlerin neden yapılmadığını
gitgide daha iyi öğrendikçe, güçlü kişilerin tuhaflık-
larını daha tüm kavradıkça, gerçekleşmeyen işlere
en vurdumduymazı bile tiksindirecek bir takım
düzenlere başvurmaksızın ve kulis faaliyetine giriş-
meksizin kalkışmanın bile Donkişotluk olduğunu
anladıkça, her gün biraz daha akıllandığın sanısına
kapılırsın. Yaşlılığın eşiğine kadar dayanabilirsen
–diyelim 50 yaşına varınca- sen de türlü dolaplarla
yola getirilmek için üzerinde durmaları gereken,
tuhaflıklarla dolu güçlü bir kişi olacaksın. O zamana
kadar basıp durduğun nasırlar da denizlerdeki kum
taneciklerinin sayısını bulacak. Çok aşağılardan
yukarılara doğru gelen, aceleci delikanlılardan
oluşmuş insafsız yığının kükreyişlerini duyacaksın.
Belki de zamanla ne yapmak için acele ettiklerinin
farkına varacak hale gelmişsindir: Seni tıkadığın
yoldan çekip atmak için kaplarına sığamamakta-
dırlar”.
Conford’a göre üniversitede bir şeyler yapmak
zordur.“Bir şey yapılırsa, ancak o şeyin yapılması
gerektiğine herkes inandığı zaman yapılabilmek-
tedir, herkesin bu kanıya varması da öylesine uzun
sürer ki, artık o şeyin yerine bir başka şeyin yapıl-
ması zamanı gelmiş olur”. Makul insanlar olarak bu
çıkmazdan kurtulamaz mıyız? Bu inancı taşıyanlara
cevabı açık:“Ya şunu görmedin mi: Akla uygunluğu
öne sürmek şimdiye dek kimseyi inandırma-
mış, yalnız herkesi rahatsız etmiştir. İnsanları
kıpırdatmak istiyorsan, kanıtlarını, önyargılara ve
siyasal etkenlere dayandırmak gerek”Conford genç
okuyucusunun kendine inanmayacağını öngörüyor:
‘Çünkü görüşlerinin benimkilerin olamayacağı ka-
dar akla uygun olduğunu düşünmekte, insanların
güçsüz yanlarıyla önyargılarını incelemekten utanç
duymaktasın. Sen zırhın oynak yerlerini bulup
ortaya çıkarmak yerine, kılıcını İnanç Kalkanına
vura vura körletmeyi üstün tutmaktasın”.
Akademik dünyada herkes aynı değil, farklı
eğilimlere ve hareket tarzlarına sahip gruplar var
kuşkusuz. İster değişiklik veya yenilik yapmak,
isterse önlemler geliştirmek veya kararlar almak
söz konusu olsun, dünya karşısındaki tavrımızı
gösteren davranış ve eylemlerimiz bakımından
Conford, 5 çeşit akademik grup ayırt ediyor.
İlk grubu oluşturan muhafazakar-liberaller,
Conford tarafından açık fikirli olarak niteleniyor.
Bunlar bir şeyler yapmanın gerektiğine inanırlar,
ama birilerinin şu anda istediğini değil, 20-25 yıl
önce yapılmamış bir şeyi isterler.
Liberal-muhafazakarlar grubu, yine bir şeyler
yapmanın gerektiğine inanan açık fikirli akademis-
yenlerden oluşuyor. Ama istedikleri şu anda birinin
istediği değil, 20-25 yıl önce yapılmış bir takım
şeylerin bozulmasıdır. Bu iki grup birbirine benzer,
kafalarına o kadar çok fikir gelir ki, yeni bir fikre yer
yoktur. Conford’a göre bunlar ‘kararsızlık vadisi’nde
yerleşmişlerdir.
Yönü belirsizler grubu, devamlı bir biçimde
hareketsizlik kuralını izleyenlerin grubudur.
Doğru gibi görünse de çözüm yollarını tepen ve
bunu ilke edinmiş olan bu kişiler, hep sağlam
tahtaya basmak isterler. Conford’a göre bu tahta
Senato’nun döşemesiyle aynıdır ve bir başka
görüşe yöneltilemezler.
Dördüncü grubu oluşturan nizam-alemciler,
ne istediklerini bildikleri için tehlikeli sayılması
gereken kişilerdir, istedikleri de var olan her şeydir.
Merkezi iktidar (başbakanlık) dolaylarında bir dizi
mağarada otururlar.“Kolla beni, kollarım seni; kol-
lamazsan yollarım seni”parola edinen bu grupta,
ulemanın inceliği yoktur.
Aceleci delikanlılar grubu, dar görüşlü kendini
beğenmiş gençlerden oluşur. Artık vakit geçirme-
den bir şeyler yapmak gerektiği görüşündedirler.
Conford’a göre bunların en tehlikeli kusurları
tecrübesizliktir ve bu yüzden işlere karıştırılma-
ması gerekir. Sürekli vicdan muhasebesi yaparlar.
“Sözlerine bakılırsa, bir Brutus’un erdemleri ile bir
Cato’nun yitirilmiş davalara tutkusunu”kendilerin-
de birleştirmiş oldukları sanılır.
Conford’un çizdiği akademisyen portreleri,
kuşkusuz karikatürize edilmiş tipler. Ama yine de
kendimizde veya çevremizdeki insanlarda, zaman
zaman bunları andıran yanlar gelmiyor mu aklı-
mıza? Yeni bir şeyler yapmanın zorluğu, hepimizin
yakından tanık olduğu bir şey. Üniversitemizin ya-
kın tarihinde, senatonun gündemine gelen ‘yabancı
dilde hazırlık sınıfının konması’, ‘ders programlarına
zorunlu bilgisayar derslerinin eklenmesi’, ‘sosyal
sorumluluk’ve ‘üniversite yaşamına geçiş’le ilgili
program değişiklikleri, Ege Üniversitesi Stratejik
Planının yapılması ve yürütülmesi, ‘Atama ve
Yükselme Kriterleri’nin saptanması gibi konularda
yapılan tartışmaları hatırlamamak mümkün mü?
Herkesin bu konulara itiraz etmek için farklı bir
nedeni var. Belki de Türkiye’de akademisyenler,
hayatın rutin yükünden sıyrılabilmiş bir durumda
değiller. Yenilik ve ‘kalite’sorunları, hayat koşulla-
rının teslim aldığı, hayatın peşinde koşan, dıştan
gelen etkilere sürekli açık ve maruz kalan kişilerin
olduğu gibi, bizim de kaygılarımız arasında yer
bulamıyor.
1...,26-27,28-29,30-31,32-33,34-35,36-37,38-39,40-41,42-43,44-45 48-49,50-51,52-53,54-55,56-57,58-59,60-61,62-63,64-65,66-67,...88
Powered by FlippingBook