Egeden 19. Sayı - page 26-27

24
25
YAZ 2013
Günümüzde dünyanın yedi iklim,
dört bucağında, Taş Çağı’ndan yaşa-
dığımız ana uzanan zaman dilimleri
aynı anda yaşanıyor. Dünya coğrafya-
sında bilgi iletişiminin kurulmasıyla bu
durum anında evimizin içine yansı-
yor. Üretim ve paylaşımın arasındaki
çelişkiler, dünyanın bugün ile gelecek
ile ilgili yeni yanıtlara gereksinmesi
olduğunu anlatıyor. Bu yaşadığımız
zamanın arkeologları, tarihçileri, sanat
tarihçileri, bilim insanları böyle bir or-
tamda geçmişe bakıyor. Yaşanılası bir
dünya için, gelecek için onların payına
düşen ise, geçmişi ve geleceği doğru
okumak. Yaratılan güzelliği, edinilen
birikimi, geçmiş yaşamı bu coğrafya ve
tarih içinde değerlendirmek, sunmak.
Bugün, çağdaşlaşma isteğinin
geçmiş zaman mirasını örselemesinin,
okunamaz duruma düşürmesinin
ardında yatan da kendisi olsa gerek.
Geçmişle gelecek arasında bağ
kurulurken, şimdiki zamanın zorluğu,
hem geçmişe hem de geleceğe yansı-
yor. Çağdaşlaşma isteğiyle yitirdiğimiz
kent dokuları, asfalt kazanları altında
yakılan ulu çınarlar, soyunu tükettiği-
miz canlı türleri -görülüyor ki- hep bu
yaşadığımız zamanın olguları; geleceği
yaratırken geçmişe doğru bakamayan
anlayışın ürünleri.
On dokuzuncu yüzyılın ortalarında
bir Orta Çağ kenti olan Paris’in, Eugéne
Haussmann tarafından yıktırılıp cet-
velle çizilmiş caddeler, sokaklar, evler,
yani bugünkü Paris yaratılıyor diye
Beaudelair’in ve Aragon’un hüzün-
lenmesi ve bu yeni Paris’te her gün
eleştirdiği yeni yapılan Eiffel kulesine
çıkıp, orada otururken, “Üstad, gene
buradasın!” diye sataşanlara, “Görü-
yorsun, bir tek buradan görünmü-
yor!” diye yanıtlayıp eleştiri yazılarını
sürdüren edebiyatçı Maupassant’ın
tepkisi; onların tarihsel ve yaşamsal
çevrelerinin değiştiriliyor olmasına
karşı gösterdikleri bir yaklaşım olarak
görülmelidir. Bugün, bu durumun
daha ağırını her yerde yaşadığımızı
göz önünde tutarsak, her halde bu tür
davranışları örgülü bir çığlığa dönüş-
türmemiz gerekecek.
Birey olarak insanın yaşamı, bireyin
giz ve hazlarıyla gelişir ve tarihsel
çevresi içinde anlam kazanır. Yaşadığı
kentin geçirdiği değişimle birlikte
bütünleşmek, bireyin kendi içindeki
gelgitlere ortam oluşturur. Bu ortam
artık yalnız sizinle sınırlı değildir
üstelik; uzak çevrenizdeki olaylara da
duyarsız kalınamayan bir ortamdır bu.
Güle oynaya dinamitlenen Afganis-
tan’daki Buddha heykelleri için üzülür,
kültürlerin köprüsü Mostar’ın insan-
larıyla birlikte bombalanmasına isyan
eder, mezar taşlarını, türbeleri ortadan
kaldıran tarih ve kültür düşmanlığının
Mekke’de Ecyad Kalesi’ni rant uğruna
yerle bir etmesine tasalanır, işgal al-
tındaki Bağdat’ta müzesinin hunharca
yağmalanması karşısında ağlayan
kadın yöneticinin gözyaşlarıyla hüzün-
lenir, bunun yanı sıra Kuzey denizle-
rindeki fokların vahşice katledilişini
haberlerde izlerken yüreğiniz burkulur
ve sonra dünyanın neresinde olursanız
olun nasıl bir dünyada yaşadığınızı sor-
gularsınız. Aslında bu, dahliniz olmasa
bile sizin dışınızda oluşan/gelişen
olaylar değildir. Yaşanılası bir dünya
yaratmak için düşünsel ve eylemsel
açıdan niye doğru olanı -üstelik örgüt-
lü olarak- üretemediğinizin açık seçik
anlatımıdır. Artık insan, bütün tarihsel
çağları aynı anda yaşayan karmaşık bir
varlıktır. Akıp giden yaşama kendi adı-
nıza ve kendiniz için yön verirken, bu
karmaşa; insanda yarınını yaratacağı
ortamların oluşması eylemine katılma
güdüsünü de öne çıkarır. Bu güdü;
yaşarken sizi besleyen doğal, kültürel
ve tarihsel çevrenin korunması için dü-
şünsel bir süreç yaratır. Bu süreçte edi-
neceğiniz kazanımlarla nasıl bir eylem
oluşturup yaşayacağınızı da zaman
belirler. Bazen Beaudelair gibi hüzün-
lenir, Maupassant gibi tepki gösterir
ya da koruma kültürünü geliştirmiş bir
kuruluşta gönüllü emek verirsiniz.
Günlük yaşamın içinde insanoğlu-
nun yaşadığı çevrenin sosyal, siyasal,
kültürel etkisi yadsınamaz. Ama bu
çevresel etkilerin dışımızda oluşmadı-
ğının bilincine varmak için bilgilenmek
gerekir. Unutulmamalıdır ki, artık dün-
yada yaşanan her yerde, her uğraşta,
her olayda tuzunuz vardır...
Günlük yaşamın hayhuyları
içinde güzelliklerin ayırdına varmakta
zorlanmaz insan. Radyo dinlerken sizi
geçmişinize götüren bir şarkı, buraya
her yıl Mart ayının on dördünde gelen
kırlangıçlar, tanıdık sevecen bir sesin
sizi çağırıyor olmasıyla kapıya koş-
manız kendiliğinden oluşan anlardır
aslında. Bu kendiliğinden anların sıklığı
ve -az da olsa- toplamı yaşadığınız için
sevinmenize yetecek anlardır. Günden
geceye dönüşen zamanın içinde buna
benzer “küçük şeyler” vardır sizi mutlu
eden. Bu insanlık halleriyle geçen
yaşamınızın yaşanmaya değer olduğu-
nu anlatır size. Çünkü bu, edindiğiniz
kazanımların ‘o an’ ile buluşmasıdır.
İstanbul’da iken ‘Sinema
Günleri’nde bir Sovyet filmi izlemiştim;
beni çok etkilemişti. Anımsadığım
kadarıyla sıkıcı bir yaşlılar evinin
öyküsüydü. Çekilmez, baskıcı bir kadın
yönetiyordu evi. Yaşlılar gizlice kedi
besliyordu evde. Bir gün kedi yavrula-
yınca ne yapacaklarını şaşırdılar. Yaşlı
bir adam, kedi yavrularını dolabına
yerleştirdi. Hep birlikte gizlice besli-
yorlardı kediyi. Yavrular büyümeye
başlayınca ele avuca sığmaz oldular.
Yönetici kadın durumu anlayınca, kedi
yavrularını dolabında gizleyen yaşlı
adamı olmadık sözlerle kırdı döktü.
Arkadaşları çok üzülmüştü. Yaşlı adam
sokağa çıktı, parkta bir kanepeye otur-
du. Biraz sonra güzel bir kız elinde bir
buket çiçekle geldi ve yanına oturdu.
Konuşmuyordu kız; yorgun ve üz-
gündü. Yaşlı adam tanımadığı bu kıza
birkaç söz söyledi. Sonra konuştular,
konuştular... Kız gülümsemeye başladı.
Sonra elindeki çiçeği yaşlı adama vere-
rek uzaklaştı. Yaşlı adam, çocukluğun-
dan beri örselenmiş yaşamına karşın,
kızın arkasından bakıp kendi kendine,
“İyi ki yaşamışım...” dedi birkaç kez, git-
tikçe sönümlenen bir sesle... Gerçekten
böyle miydi bu öykü?
Birikimli kentler de yaşlı insanlar
gibidir. İşgaller, kırımlar, savaşlar,
yangınlar, kıranlar, terk edilmeler, kıt-
lıklar, yaşlanmalar, çürümeler, yıkımlar,
talanlar, unutulmalar ve sevdalar ve
sevdalar yaşamıştır; üstelik tümü yaşa-
mıştır. Ama mutlaka içlerinde parkları,
parklarında kuşları ve mutlaka kendi-
siyle ve kendinizle oturup konuşaca-
ğınız kanepeleri vardır... Konuşmayı
pek sevmez ama bakınca sokaklarına,
evlerine, tapınaklarına, ağaçlarına,
kuşlarına, köprülerine, insanlarına size
çok şey anlatır. Yaşlı olmak, birikimli
olmak, yıpranmış bir kent de olsa onun
Emin BAŞARANBİLEK
Arkeolog, Ressam, Yazar
MAKALE
Birgi’ye bakmak...
1...,6-7,8-9,10-11,12-13,14-15,16-17,18-19,20-21,22-23,24-25 28-29,30-31,32-33,34-35,36-37,38-39,40-41,42-43,44-45,46-47,...84
Powered by FlippingBook