Egeden 19. Sayı - page 28-29

26
27
YAZ 2013
ayrıcalığıdır.
Böyle kentler insanda tanımsız
bir duygu ve düşünce yoğunluğu
oluşturur. Arnavut kaldırımı yolların-
da yürür; kimin yaptığını bilmediği-
niz anıtsal bir yapıya hayranlık duyar;
o kündekâri ahşap işçiliğinin, o ışık
gölge ile anlam kazanan desenlerin,
yazıların karşısında hayret edersiniz.
Aslında hayranlığınız ve hayreti-
niz bu gördüklerinizin insan elinden
çıkmasınadır. Yaratılan güzelliğin, o
ince estetiğin -o çağda- eski insan-
ların el emeği göz nuru ile nasıl bu
kadar güzel oluşturulduğunadır. Ar-
tık taşa bakarken insanı görürsünüz;
yıllarca taş taş üstüne konan insan
emeğidir bu, insan...
Böyle kentlerin mimarlık birikimi,
yaşamın inceliğini kavramamızı
sağlar. Görgülü bir kültür mirasıdır
bu kentler. Geleceğinizi düşlerken
ve yaratırken yol göstericidir size. Bu
nedenle bu yaşlı kentleri sever ve
korursunuz. Bu iki edim, sonunda in-
sanın doğuştan var olan gerçekliğini
sürekli kılar: Sevmek ve korumak.
Günden düne dönerim ara-
da bir... Eylem içinde var olmayı
yeğlemişimdir hep. Yıllarca çalıştı-
ğım İstanbul arkeoloji müzelerinde,
yöneticilik de yapmama karşın işin hep
mutfağında kalmışımdır. Bu durum,
bulunduğum arkeolojik kazılarda da
aynı şekilde sürdü.
Şimdi geriye dönüp baktığımda;
bu mutfağın, ustasıyla çırağıyla geçmiş
bütün zamanların mutfağı olduğunu
anlıyorum. Burada edindiğim deneyim
ve birikim; yaşarken, resim yaparken,
yazarken ortaya çıkan zorlukları aşma-
ma yardımcı oluyor. Daha da önem-
lisi, hayatımın kalanını sevdiklerimle
birlikte -onların da isteği ile- çalıştığım
müze büyüklüğünde ve üstelik onun
kadar derinlikli olan birikimli bir kentte
geçirme kararı vermemi, artık bundan
böyle Birgi’de yaşamamı sağladı.
Çocukluğumda mesireye gelirdik
buraya; o susamlı taban gevreğinin (o
zaman havzada ‘Birgi gevreği’ denirdi)
tadını unutamam. Camiönü’ne gider,
havuzun ortasında fışkıran suyun
üzerinde hoplayan tavuk yumurtasının
neden havuza düşmediğini kavramaya
çalışırdım. Kuşlara, kelebeklere bakar;
o eskimiş evlerde, kapı önlerinde
gülümseyen yaşlı kadınların sıcaklığını
duyumsardım.
Aradan yıllar geçince, gelip git-
melerimde bu tarihsel çevrenin insanı
doyumlu kılan bir yanı olduğunu an-
ladım. Beni buraya çeken, yeşilliklere
boğulmuş bu tarihsel kentin kendili-
ğinden oluşuvermiş izlenimi vermesiy-
di. Uyum denilen dengenin kurulma-
sındaki zorlukları bildiğim için, bunu
yaratan ustalığın burayı kendiliğinden
olana bıraktığını, yani doğal ve tarihsel
olana müdahale etmeden yaşamı
sürekli kıldığını gördüm: Estetiğin,
uyumun, biraradalığın, inceliğin bir-
birini eritmeden, biri diğerine baskın
çıkmadan, tümü de kendi halinde ama
tümü bir olanın tarihsel orkestrası...
Bu kentin böyle korunmasının /
korunabilmesinin nedenini araştıranla-
rın, bu kentin son yüz yıllık geçmişine
bakmaları yeterli. Çünkü burada yaşa-
yanlar, geçimlik ekonomileri içinde var
olanla yetinme alışkanlığını doğal ve
zorunlu olarak sürdürmüşler. Kentleş-
me ve büyüme olgusunun l9. Yüzyılda
Ödemiş’te yoğunlaşması da burasının
doğal ve tarihsel dokusunu korumuş.
Durumu iyi olanların Ödemiş’e, İzmir’e
göç etmeleri, oralarda işler kurup
oralara yerleşmeleri, buradaki yapıların
kendi halinde bırakılmasını, yıpranma-
sını zamana yaymış. Neredeyse yetmiş
yıl önceki terk edilmişlik duygusuyla
çelişen bir diriliğe öncülük eden
konaklar, evler; küçük onarımlarla,
kiremit aktarmalarıyla ayakta tutul-
muş. Nüfusu gittikçe erimiş. Sosyal
değişimin dürtüsü ile ‘modernite’ kav-
ramının içini Ödemiş’te bir apartman
dairesiyle doldurduğunda kentleşme
olgusunu tamamlayacağını düşünen-
ler göç etmiş... Yalnızlaşan ve kendi
halinde kalan Birgi’de bulunanlar ise
geçimlik ekonomileri içinde bugünlere
gelmişler.
Değişim isteğinin, kentleşme
isteğinin betonlaşma ile kışkırtılarak
buralarda da apartmanların yapılabi-
leceği savı ile öne çıkanlar, yıpranmış
evlerde yaşayanların bu düşünceye
katılmaları için çok çaba göstermişler.
Bu arada ‘kentsel sit’ kararının alınması
için geçen yaklaşık on yılda (yapılaşma
koşulları belirleninceye kadar inşaatsız,
onarımsız bir zamanın geçmesi) bura-
da yaşayanların “Bir çivi bile çaktırmı-
yorlar!” edebiyatını(!) zenginleştirmele-
rine neden olmuş…
İşte tam bu sırada geldim ben
Birgi’ye; gönüllü emeğimi verdiğim
ÇEKÜL Vakfı’na bu kentin durumuyla
ilgili bir rapor yazmak için. Ne yalan
söyleyeyim, terk edilmiş bir kent izle-
nimi edindim ilk gelişimde. Elimde bir
fotoğraf makinesi, arkamda koşuştu-
ran birkaç çocuk. “Hello! Hello!” diye
sesleniyorlar bana; yabancı bir turist
sanarak... Demek ki gelen giden olma-
mış buraya...
Geriye dönüp baktığımda bu
“Hello!”sözcüğü beni ürkütmüştü:
Kendimi Kafka’nın Gregor Samsa’sı gibi
hamam böceği olarak gördüm... Bu ço-
cukların beni bir yabancı turist olarak
algılamalarınaydı benim ürküntüm.
Toplumsal yabancılaşmanın bireye
yansımasıydı oysa Kafka’nınki.
Oysa benimki! Benimki, yaşadığım
toplumun içinde birey olarak toplu-
ma yabancılaşma... Bu çelişkinin ağır
basan ve doğru olan tarafı çocuklar-
dı. Onlarla -tabii ana ve babalarıyla
da- ilişki kuramamış aydınların, kendi
toplumuna yabancılaşmasıydı bu. Ken-
dini yaratan hamam böceği olmaktı
oradaki durumum; kendini onlardan
ayıran bir böcek...
Ürküntümü gidermek için gü-
lümsedim onlara, “Günaydın!” dedim.
Birikimini sokağa dökmeyen, yaşadığı
toplumun içine karışmayan aydınların;
kendilerini -gene kendileri için- birer
Gregor Samsa olarak yarattıklarını bu
“Hello!” sözcüğü kadar açık, başka hiç
bir sözcük açıklayamaz...
Kırk yıllık hocam Prof. Dr. Metin
Sözen’e durumu özetleyen bir rapor
sunduğumda “ne yapabiliriz”i ko-
nuştuk, değerlendirdik. İlk aşamada
ÇEKÜL’ün “7 Bölge 7 Kent Projesi”ne
alındı Birgi. Sonra, üniversitelerle yaz
çalıştayları yapıldı, her yıl. Birgi’de
ÇEKÜL tarafından Çevre ve Kültür Evi
açıldı.
Birgi’den, Ödemiş’ten, havzadan
‘ÇEKÜL Gönüllüleri’ oluştu. Kamuyla,
yerel yönetimlerle, üniversitelerle, özel
ve sivil kuruluşlarla birliktelik içinde
ulusal düzeyde etkinlikler düzenlendi,
konferanslar verildi. Başlı başına bir
araştırma konusu olabilecek, koruma
literatürüne ‘Birgi Olayı’ olarak geçen
bu oluşum; Birgililerin kentlerinin ayır-
dına varmalarını sağlayacak anlayışa
kavuşmalarının önünü açtı. Havzanın
diğer kentlerinde de, kentlerine nasıl
bakılması gerektiği konusu önem
kazandı.
Burada yaşıyorum ben, görüyorum
bunu.
Dünü anımsıyor, bugünü yaşıyo-
rum.
Yaşama anlam veren bu. Ağır,
yorgun bir akşamın alacasında, bu
kentin bütün geçmişiyle üzerime çul-
lanan birikimi, beni taşıyamayacağım
bir zenginliğe boğuyor. Sanki mum
ışığında titreyen kendi yaşamı değil de
yüreğimmiş gibi doyumlu bir geceye
ulaşıyorum. “Birikimli olanı severim
ben” diyorum kendi kendime, “Birikimli
kentleri severim ben.”
Yıllarca emek verdiğim yaşamımın
kalanını, kentime benzeyen ruhumla
burada sürdüreceğim. Buradayım ben;
niye burada olduğumun bilincinde-
yim, burayı niye sevdiğimin de.
O erguvanî Hisar sırtlarından, o
inanılmaz yorgunluklar içinde insan
kalabalığından, arada bir gezdiğim ser-
gilerden, gittiğim tiyatro ve sinemalar-
dan, kılı kırk yaran çalışma ritmimden,
üç dört kitabı birden okumalarımdan,
karşılıklı dostlukların ürünü o uzaktaki
buz ülkesinden gelen insan sesinden
kıvamında bir yaşamdır sarıldığım.
Hep özlemle süzülüp beni dinginleşti-
ren, coşturan, tutuşturan bu değil mi?
Burada olmak; yakınlarda, uzak-
larda, okyanus kıyılarında yaşantımı
anlamlandıran dostlarımı anımsamak-
tır. İçimdeki gelgitleri sönümlendiren
bir yelkovan çiçeğidir sanki bu; ışığa,
dostluğa dönen. Yaşamın tadıdır anım-
samak. İnsanı diri ve çoğul tutan da bu
değil mi?
Geçmişte kalan insan emeğinin
ağır, kunt bir yapıda, iki taşın arasına
konan harcında, o geniş tahtalara tut-
turulmuş kapı tokmağında, o güzelim
çivit mavisi boyasında, çürümüş hatıl
dallarında var olduğunu duyum-
sadıkça oluşan korumanın; sevgiye
dayalı bir edim olduğunu, bu edimin
üstünkörü değil yaşamla ve bilimle
kazanılan içselleştirilmiş bir düşün-
cenin ürünü olduğunu kim anlamaz?
Üst üste konan taşların insan emeği ile
konağa, eve, kışlaya, okula, sağlık evi-
ne, türbeye, bahçe duvarına, tapınağa,
kervansaraya ve bazen mahpushaneye
dönüştüğünü kim yadsıyabilir? Selvi
tahtasından yapılmış aynalı sandıklar
içinde, kurutulmuş ıtırlar arasında
beklenen gün için saklanan çeyizlerin
geçmiş yaşamı kucaklayan inceliklerini
kim görmez? Onu işleyen öyle bir el ve
gözdür ki; ona dokunduğunda senin
elin, senin gözün, senin emeğin olur...
En yüce değer değil midir yaşamı
anlamlı kılan?
Geçmiş, geleceği sürekli dokur,
saat be saat...
Şimdi buradayım ben; iki zaman
arasında...
Anadolu coğrafyası tarihin harman
yeridir. Yüzyıllardır bu topraklarda
yaşayanların birikimleri, becerileri,
üretimleri, paylaşımları, insan ilişkileri,
düşünceleri birbirine geçmiş ve her ta-
rihsel dönemde kendi üslubunu gene
bu coğrafyadan alarak yaratmıştır.
Yaşam, siyaset, zanaat, sanat alanların-
da edindikleri birikimler ve bıraktıkları
kültür belgeleri, ayrı gibi görünen uy-
garlıkların aslında sürekliliğini anlatan
özellikler taşır. Bu topraklarda yaşayan
bugünün insanları; topraklarını ve
tarihini yağmalamak isteyenlere karşı
kurtuluşunu yürüten ve kazanan bir
ulusun çocuklarıdır ve Cumhuriyet de;
bu topraklarda yaratılan bütün değer-
leri kucaklayan Anadolu uygarlığının
1...,8-9,10-11,12-13,14-15,16-17,18-19,20-21,22-23,24-25,26-27 30-31,32-33,34-35,36-37,38-39,40-41,42-43,44-45,46-47,48-49,...84
Powered by FlippingBook