Egeden 19. Sayı - page 32-33

30
31
YAZ 2013
Küçük Menderes Havzası’nın insanı
gönendiren yanı mevsimleridir. Hele
bir de Birgi’de dört mevsimin arasında
ya da içinde beşinci mevsimi yaşatan
zaman dilimleri vardır ki, bu doğal ve
etkileyici ortamın beşinci mevsimle
oluşan güzelliğidir erincinizi yoğaltan.
Artık onu -yani Birgi’yi- dağ, ova, bayır,
dere, tepe, ev, konak, anıt, su, ağaç,
böcek olarak görmez; lacivert göğün,
dalgalı bulutların altında - kendili-
ğinden oluşan iç huzuruyla - tümü
birden olursunuz... Bireyin bu güzelli-
ğin bir parçası olarak bu topraklarda
var olması; her halde bu topluluklar
var olduğundan beri doğanın insanı
kuşatması değil, insanın da içinde
bulunduğu bir kuşatılmadır ki yaşanan
doyumsuz güzelliğin tamamlayıcısı,
tarihsel sürekliliğin belirleyicisi bu olsa
gerek. Yoksa bugüne gelinceye değin
dışlanır, örene dönüşürdü; insanlarını
nekropollerinde tanırdınız.
Önce mor ve yoğun kara bulut-
lar getiren lodos ile eğilen selviler
arasında yağan yağmur. Her yerde
rastlarsınız buna. Sonra gün geceye
durur ve sümbül vakti üstünüzde
uçuşan, neredeyse elinizi uzatınca de-
ğeceğiniz, dağınık, pamuk yumuşak-
lığında bulutlar. Yaşadığınız her yerde
görürsünüz bunu. Bulutların arasında,
lacivert göğün içinde, bir gece önce
topladığınız yıldızlardan arta kalan-
lar... Her yerde var olur bu. Derken o
patlıcan moru gökyüzünde, o bulut-
ların arasında şavkı yüzünüze vuran
dolunay; süzülür gider. Burada mevsim
ne olursa olsun, bazı günler yaşarsınız
bunu. Doğanın kendini zamansız ve
kendiliğinden kurgulamasını kim dü-
şünebilir? İşte burada beşinci mevsim;
ay toplama zamanıdır...
Doğanın çeşitli kurgularını her
mevsimde yaşayabileceğiniz bir yerdir
Birgi. İlkel yaşamdan günümüze ulaşan
estetiğin oluşumu böyle zamanlarda
gerçekleşmiş olmalı! Bütün çağları
yaşamış birinin söyleyeceği tek şey;
bu doğal kurguyu var olduğundan
beri yaşayan insanın, erincini yaşama
tutkusuna dönüştüren binlerce beşinci
mevsimdir...
Birgi, istediğinde bu beşinci mevsi-
mi her zaman dokur... Kendinizi doğay-
la birlikte duyumsadığınız zamandır
bu; eskiden beri...
Eskiden beri bildiğimiz, bu hav-
zanın yer kabuğunun ‘İzmir-Ankara
Mezozoik Kuşağı’ içinde, 225 milyon
yıl önce oluşmaya başlayıp Dördüncü
Zaman (Kuaterner) başlarında, yani 1,6
milyon yıl önce oluşumunu tamamla-
yıp bugünkü topoğrafyasına kavuş-
tuğudur. Dağlar, katmanlar, çökeltiler,
gedikler, ovalar, akarsular, dereler ve
sonra bitey ve direyin ana kucağıdır
burası.
Bu ‘hissetme’nin nesnelleşmesi,
bilimle donatılması için jeolojinin,
jeoarkeolojinin, jeomorfolojinin, yüzey
araştırmalarının, arkeolojik kazıların ve
‘tesadüf’ün atbaşı yürümesi gerekir ki;
gerçek -ki aradığımız bin yılların gerçe-
ğidir- ortaya çıksın. Birçok bileşeni olan
araştırmaların biraradalığını düşündü-
ğümüzde, jeolojik zaman (4,6 milyar
yıl) ile araştırma zamanını (bilemediği-
niz 200 yıl) yan yana koyduğumuzda,
yaşayan bir insanın göz kırpmasından
bile kısa, neredeyse sanal bir süre
karşımıza çıkar ki; bu da, bunu olanaklı
kılacak örgütlenmenin hemen gerçek-
leştirilmesi gerekliliğini ortaya koyar.
İşimizin tesadüflere bırakılmaması için
-hemen şimdi- yapılması gereken bir
zorunluluktur bu örgütlenme.
Önümüzde içi dolu, açık bir bohça
gibi duran Küçük Menderes Havzası;
keşfedilmeyi bekleyen yüzlerce doğal
ve tarihsel verisiyle, bilim insanlarını
bekliyor. Keşif tutkusunu içinde taşı-
yan bilim insanları yeter ki göz kırpsın!
İşe jeoloji, coğrafya, antropoloji ve
prehistorya ile başladığımızda, bu hav-
zanın doğal tarihi içinde bitey ve direy-
le, insanla buluşmasını “Ne kadar geri
götürebiliriz?” sorusuna ilk yanıtı almış
oluyoruz. Ama unutulmamalıdır ki, bu
dünyayı açıklamak için 19. yüzyıldan
beri çaba gösteren jeologların
verdikleri bütün
zamanlar görecelidir. Jeomorfologlar
ise görünenin var olduğundan beri
değişimini anlatır dururlar. Durmadan
değişen yeryüzünün okunmasındaki
zorlukları gidermek amacıyla jeolog-
ların bilimsel konuşmalarını karşılıklı
anlayabilmeleri için ürettikleri terimler
bize onulmaz bir hastalığın tanımı gibi
gelse de bu bilim günümüzde olduk-
ça ilerlemiştir. Jeologlar, anlık yaşayan
bizler için bu zorluğu gidermenin
yolunu bulmamızı sağlayan bir açık
kapı bıraktıklarında da, geçen zamanı
bir anda kavrayacak beceriyi göstere-
meyen bizlere Taş Çağı insanıymışız
gibi boş gözlerle bakarlar! Açıkçası, an-
layacağınız “...jeolojik zaman süresince
birkaç bin yıllık bir fark sadece ‘bir da-
kika’ kadar bir süredir”. Bunu anlama-
mız için bize bir dakikayı çok görürler;
bu yüzden yüzlerce kitap yazmışlardır!
Antropologlar ve prehistoryacılar ise
soyu tükenmiş fosil insan kalıntıları ve
tesadüfen bulunmuş beş-on kafatası
üzerine yüzlerce makale ve kitap
yazmışlardır. Üstelik bir-iki heceli ses
imiyle iletişim kuran bu fosil insanları-
na günümüz insanının bile söylemek-
te zorluk çektiği öyle adlar takarlar ki,
bu nedenle bu insanlar çağrılmadan
gelirler, tesadüfen bulunurlar! Taş
Çağı insanlarını, bu insanların içinde
yaşadıkları iklimleri anlatmak ve gene
bu insanların zamanla ürettikleri el
aletlerini düzenlemek için de, oluştur-
dukları terimlerle
konuşurlar...
Değerli hocam
Prof. Dr. Güven
Arsebük’ün
dilimize ka-
zandırdığı kitapta yazar, 1953 yılında
yazdığı önsözde; son yıllarda Paleolitik
adam ve onun ataları konusunda bil-
gilerimizin o derece arttığını ve kitabın
her bölümünü genişleterek başlı başı-
na birer cilt haline getirmenin olanaklı
olduğunu belirtir ve “...Bu yapılsa dahi
durum bütünüyle açıklanamaz” der. Bu
konuda ciltler dolusu kitaplar yazıl-
mıştır. Benim de keyifle okuduğum
kitaplar.
Gerçekten bugün daha da gelişmiş
olan bu bilim dallarının, henüz girmek
üzere olduğu Birgi’de ve Küçük Men-
deres Havzasında söyleyeceği çok şey
olmalı. Beni bu konuda ilgilendiren,
atalarımın ‘kut’ yüklediği Birgi kenti ve
üzerine yapılan araştırma, uygulama
ve çıkarımlar için neler söyleyeceğim...
Birey olarak bu kentin korunması, ya-
şatılması çabalarımın zamanla bende
oluşturduğu birikim; bakış açımın
kentten yana, burada yaşamış ve yaşa-
yan insanlardan yana, bilimden yana
nasıl bir izlek içinde geliştiğinin gös-
tergesidir. Bu durum -bir öznellik taşısa
da- her zaman dostlarımla paylaşılan,
sonuç alınamasa da konuşulan bir
evreye yöneldi. Doğru olanı saptama-
nın bu denli konuşmayı gerektirdiğini
başka alanlarda görmedim...
Söz ile eylemin, siyaset ile bili-
min arasındaki çatlakların bilimden
uzaklaşılmasıyla genişlediğini somut
olarak görme ve bu durumu aktar-
ma kararlılığımın sürekliliği beni en
küçük ayrıntıda bile tedirgin etse de,
bu tedirginliğimi paylaşma zorun-
luluğunu iç tutarlılığımın bir gereği
olarak duydum... Bunu kendi özelimde
tuttuğumda, yanlışı aktarmanın da bir
paylaşım olduğunu kavrayamayanların
kâğıttan kulelerine sancak dike-
ceğimi düşünerek
dav-
randım her zaman...
Paylaşıldıkça derinlik kazanan
yürüyüşümüzün yarına bırakacağı
izlerin kalıcı olmadığını kim söyleye-
bilir? Kalıcı olan Birgi kenti, bu alanda
peşrev tutan insanların tarih içindeki
yerini belirleyecek donanım ve birikimi
kadimden beri içinde taşır...
İçinde yaşayan insanlarıyla birlikte
bu toprakları bereketinin Birgi’ye yan-
sıması ve onun yaşam kültürü içinde
zenginleştirdiği somut ve soyut değer-
ler sanki bir ırmağın çıkağında taşması
gibi beklenmeyen oluşumlar sergiliyor.
O dingin, düşündürücü, hayranlık
uyandırıcı kentsel yapılanmanın oluş-
turduğu dokular, koruma eyleminde
donanımlı yerel birikimin uygulamaya
konulmasını zorunlu kılıyor. Kesintisiz
yaşam sonucu bize ulaşan bu kalıtın,
kesintisiz yaşamla süreklilik kazandığı
tasarımlarımızın başlığı olmalı ki, onu
var eden yerel ustalığın konuşması-
na olanak sağlayalım. Eğer yapılan
iyileştirmelerin gözle görülen aykırılığı,
derinlikli bir birikimin oluşturduğu
dokuların üzerinde kuruyan yara kabu-
ğu gibi kalırsa, bu sayrılığın zamanla
Birgi’nin içine işleyeceğini, ruhuna
dokunacağını unutmamak gerek...
Bu aykırılık sürdürüldüğünde -yanlış
sağaltma yöntemi uygulanan sayrılar
gibi bitkin düşen- Birgi, varoluşunu
eziyet içinde sorgulayan bir duruma
düşer ki, onu bu duruma düşürmeye
kimsenin hakkı olmasa gerek... Onun
erdemi ve bilgeliği, yanlışı yanına
yaklaştırmaz. Post-modern bireysel bir
sanat üretimini ve yaşamı içselleştir-
mese bile hoşgörü ile karşılayabilir...
Ama kendi üzerinde yapılan yanlışı
kabul etmez ve onu dışlar. Çünkü Birgi,
çarpık bir tezgâhın kanavasında işlene-
cek ucuz bir mendil değildir...
Birgi’deyim. Hı-
dırlık sırtlarında, Hekimbaşı’nın mezarı
yanında. Kalıbı burada dinlendirmek
isterim doğrusu... Hekimin mezar taşı-
na göğsü kınalı bir saka kuşu konmuş,
bana bakıyor; ben de Aydın dağlarına.
Bademli’den Tire’ye, Selçuk’a, Dünya
kenti Efes’e uzanan dağ yamaçların-
da beldeler, köyler. Neredeyse her
köyün bir efesi var, kuvvacıları var.
Ovakent, Konaklı, üniversite yıllarım-
da İstanbul’a, bana çiçek gönderen
annemin köyü Bozcayaka... Kazan-
lı, Balabanlı, Boynuyoğun derken
anılar yumağına dönüşüyor her yer.
Ödemiş’te, 1908 yılında “iptidai”de
“muallim-i evvel” olan babam, bu
dağlarda köylüleri Cumhuriyet’e hazır-
larken, onlara yeni Türkçe okumayı ve
yazmayı öğretmiş. Geceleri bu köyler,
bu nedenle ışıldayan bir gerdanlık gibi
dururlar...
İyi ki yüzyıllar önce geçiş koridor-
larından akmışlar buraya; ki havzanın
tüm zenginliklerini üreten, yaratan ve
kendi yaşam çevrelerini koruyan ve
güzelleştiren onlardır. Onların tarihe
geçmemiş, yaşanmış anıları vardır.
Gözlerimi çevirdiğimde köyler,
bağlar, bahçeler arasında yeşilliklere
boğulmuş bereketli bir sofra gibi
duran Ödemiş ovası. Kim bilir, geçmiş
zamanlardan beri hangi köylünün
saban izi, hangi askerin ayak izi anıla-
rında saklı? Gönlüyle sevdiğine kaçan
kızların ardından koşanlara, gece vakti
yol şaşırtan bilgelerden değil mi çına-
rın altında oturan, sigarası dumanlı?
Şimdilerde havza köylerinin
toplamı, ovanın iri kıyım kenti Öde-
miş değil mi; Cumhuriyet’in ilk planlı
kentlerinden, ansiklopedilere parkları
ve sinemalarıyla geçmiş; ovanın Paris’i?
Oradan uzanan yol kıyılarında bir iki
yerleşimden sonra kuytuda; bilim,
sanat ve düşün insanlarının kapağını
aralamasını bekleyen gizli bir mücev-
her sandığı gibi duran Birgi değil mi?
Birgi’ye bakıyorum... Tanırken ken-
dimi de tanıma olanağı sağlayan bu
saklanmış kente nasıl yaklaşmalıyım?
Onun kalıtı karşısında, zenginliğini
anlatmak için nereden başlayacağını
bilmeyen züğürtler gibiyim...
* Bu yazı, Emin Başaranbilek’in 2012 yılında yayın-
lanan “Birgi’ye Bakmak” adlı kitabından alınmıştır.
** Birgi desenleri aynı kitaptan alınmış olup, Iliette
Tendeiro tarafından çizilmiştir.
1...,12-13,14-15,16-17,18-19,20-21,22-23,24-25,26-27,28-29,30-31 34-35,36-37,38-39,40-41,42-43,44-45,46-47,48-49,50-51,52-53,...84
Powered by FlippingBook